Dururken, önümde uzandı gölgen,
Yürürken, yanımdaydı ayak sesin... Ne geç olacaktı, ne de çok erken, Bekledim, gözlerim doldu, gelmedin... “-Gelmedin…” dedi Deryâ.
“-Evet, gelmedim, ne olmuş!..” diye huysuzlandı Martı. Sonra, suç bastırmaya çalışan biri gibi başını dikti, suratını da astı, öyle devam etti sözüne:
“-Sanki geliyorum da ne oluyor?! Huyum suyum mu değişiyor, başım göğe mi eriyor? Günahlarımdan arınıyor, adam mı oluyorum, hayır! Geliyorum da neye yarıyor, söylesene!”
* * *
“-Gelmedin!..” diye tekrarladı Deryâ.
“-Evet, gelmedim, sana ne!” diye huysuzlandı Martı yine...
Bir yandan da göz ucuyla süzdü muhâtabını. İçinden, “Bıkmıyor!..” diye geçirdi. “Bıkmıyor, benimle uğraşmaktan…”
Sonra, buruk bir tebessümle kendini seyretmekte olan Deryâ’ya dönüp, sataşırcasına söylendi:
“-Gelmedim işte! Yüzüm mü vardı ki gelmeye! Sen bana, «Gitme, gidip de bataklıkta oyalanma!..» dediydin. Seni dinlemedim! Gittim, civarında dolandım, hatta kanadımı batırdım da, bataklığın kirine boyandım. Kokusu da üstüme sindi. Geleydim de, o pis hâlimle yüzüne mi bakaydım yani! Kaçtım işte, var mı diyeceğin?! Sen demezsin ya, ben diyeyim: Sorarsan ki, «bu kaçıncı dönekliğin«, kaçıncı «nefsine yenikliğin», bilemem. Saymadım ki zaaf yüklü nefsimin, bu kaçıncı şeytana uyuşu… Sahi, sen ne diye benim gibilere meram anlatmaya çalışırsın ki! Seneler oldu, anlamadın mı hâlâ, benden, zannettiğin gibi bir «kuş» olmaz. Senin şu bana bakışını gören de sanır ki, söz dinleyen, emrinden çıkmayan derviş meşrep biriyim. Üstelik bu kadar dibinde, böyle yanında, yamacında olup da, yine de uslanmıyor olmak ne vahim! Belki uzaktakiler, «Duymamıştık, görmemiştik, bilmiyorduk!» der, mâzur sayılırlar. Ya ben? Yarın Allah sorarsa ne diyeceğim?! «Evet, beni uyardı, bana anlattı, üstelik kimselere etmediği kadar nazar etti, yine de beş para etmezin biri olarak geldim huzuruna Allâh’ım! O tertemiz Deryâ’n dururken, gittim de bataklığa dalıp çıktım, öyle geldim» mi diyeceğim?! Yok, yok, bak ne diyeceğim: İyisi mi sen beni unut! Benden ümidini kes! Boşuna bekleme! Gerçi, beni beklediğini, gözlerinin beni aradığını hayâl etmek, pek hoşuma gidiyor ya, en iyisi boş ver, öyle bakınıp durma!”
* * *
“-Gelmedin küçük huysuzum!..” dedi Deryâ; fakat bu sefer, sanki bağrındaki bir yangın, dışına vururcasına... Öyle yanık, öyle dertli, öyle içli… Martı, Deryâ’nın ateşinden eriyecek gibi oldu ya, güyâ belli etmemek için kaşlarını çattı, öncekinden daha huysuz bir poza girerek, üstelik sesini de yükselterek, devam etti:
“-Yâhu ne yapmaya çalışıyorsun?! Ne diye ısrarla bana sesleniyorsun! Ne var? Sanki kala kala bana mı kaldın?! Bak, yanın yören martı kaynıyor! Hem nasıl da temizler!.. Nasıl da güzeller. Senin güzelliğinden mest olmuşlar da, etrafında dört dönüyorlar. Saysam sayılmazlar, o kadar çoklar. Sanki ne fark eder senin için, ha bir martı eksik, ha bir martı fazla!.. Zaten, onca kanadı sağlam kuş varken, benim gibi kanadı yaralıyla ne yapacaksın?! Hem, sadece yaralı olsa neyse, üstelik kirli… Hâlimi bile bile, yine de vazgeçmiyor, her seferinde «Nasılsın?» diyorsun. De ki, cevabı mâlûmun olan soruyu, mahsus mu soruyorsun!
Ne vakit görsen beni, bakışlarında bir ışık parlıyor. Doğrusu, o merhamet ışığını görünce, sen bana öyle tatlı tatlı bakınca, cennete girecek kadar iyi biriyim sanıyorum. Bu zan, bana iyi de geliyor; fakat diğer yandan, içimde bir vicdan var ki, ne vakit bana ayna tutsa, kahrımdan ölecek gibi oluyorum. Ölecek gibi oluyorum deyişime bakıp, hâlimi düzeltiyorum sanma, zira bundan da aciz kalıyorum. Şimdi, söylesene bana, ne yapmaya çalışıyorsun? Neden her türlü rezilliğime rağmen, bana hâlâ gülümsüyorsun? Neden günah işlediğim gecelerin sabahında bile bana bakarken yüzün aydınlık? Niyetin beni, böyle okşaya okşaya dövmekse, âmennâ. Ne var ki bazen, canıma yetiyor! İçimden sana:
«-Kandırma beni!..» diyorum. «Beni kandırma ve bana kanma!»”
* * *
“-Gelmedin yaralı kuşum…” diye inledi Deryâ bu sefer…
Martı, bu söz üzerine artık huysuzlanacak gücü bulamadı kendinde... Sadece, koca bir acziyet içinde ve şaşkınlıkla baktı ve sordu Deryâ’ya.
“-Allah aşkına, nereden alıyorsun bu gücü? Karşına ne hâlde çıkarsam çıkayım, nasıl oluyor da merhamete bürünüyorsun? Söylesene, nasıl bir şey, hastaya merhem olmak? O hasta ki, yarasında iltihap… Hani, daha doğru düzgün farzı yok ki, desem işte, şu işi de müstehap… Bir ölüye ders anlatmak nasıl bir şey, söylesene!.. Kulağı duymaza, gözü görmeze, bedeni kımıldamaza meram anlatmak nasıl bir şey?
Her seferinde, dirilmiştir ümidiyle, aşkla, şevkle, nice fedâkârlıkla gelip de, ölü biriyle karşılaşmak nasıl bir his? Kim bilir, diyorum, ne de yorucudur, ne de zordur. Üstelik bir ben de değilim. Milyon tane yaralı kanat, bir o kadar hasta gönül… Her birinin ağırlığına dayanmak nasıl bir şey Allah aşkına!
Aslında, ikide bir çöplüğe koşan, sen pakladıkça kire bulaşan, yaramaz bir çocuk gibiyim. Söylesene, böyle bir çocuk karşısında, sen gibi affedici olmak nasıl bir şey? Bir yığın gafletin ağırlığını üzerimden almaya; yerine ihlâs, samimiyet, gayret bırakmaya çalışmak, ömrünü böylesi meşakkatli bir işe adamış olmak nasıl bir şey?
Bir Deryâ’nın başına, söz dinlemeyenden büyük belâ gelir mi? Belâsı tükenmeyen o güzel başının ızdırâbı, kim bilir ne de büyük? Seni en çok yorana, en çok ikrâm etmek, ne çeşit bir cömertlik, söylesene!..
Benim seni anlamam mümkün olmaz; fakat, de hele, nasıl bir kuvvet ki sendeki, senelerdir, yılmadan benimle uğraşıyorsun da, bütün kalaslığıma karşın, yine de en hassas nakkaşın bile gösteremeyeceği bir titizlik ve sabırla, sağımı solumu, içimi dışımı işlemek, güzelleştirmek için çabalıyorsun. Nasıl bir sabır ki sendeki, her yanı dökülmekte, her parçası dağılmakta olan bir hurdayı, zerrece ümitsizliğe düşmeden, tamire çalışıyorsun?
Sen nasıl bir şeysin ki, tâkâtin iyice azalıp, temelli yorgun düştüğün anlarda bile, «Dinlen, çok yoruldun!..» diyen sevenlerine, «Allah kerîm!» cevabıyla mukâbele ediyor ve ertesi gün yılmadan; üstelik seni dinleyenlerin, söylediğin sözleri kâle almayışlarına kırılmadan; ısrarla ve bıkmadan anlatmaya, hatırlatmaya ve uyarmaya devam edecek gücü buluyorsun?
Sen Deryâ’sın; ama pek sâkin bir rüzgâra benziyorsun. Buna rağmen, rûhumda kasırgadan öte bir şiddetle eserken bile, hayır, yıkmıyor, onarıyorsun. Her müdahalenin ardından, ısrarla tekrar yanlışa düşen, günah işleyip gözyaşlarıyla güyâ tevbe eden, sonra tevbesini bozup bir daha günaha koşan birilerinin karşısında, nasıl yüze vurmayan, örten, gizleyen ve yine tebessümle ümit veren biri oluyorsun?
Bazen, kızmanı istiyor canım! Azarlamanı istiyor!
«-Şöyle en okkalı tarafından bir kötek vursa da, böyle okşana okşana dövülmekten kurtulsam…» diyorum bazen… De ki:
«-Celâlime dayanacak kanadın mı var?»
Ne gezer… Ama işte, benimki câhil kükremesi, suçlu efelenmesi…
Doğrusu, ey tüm sırlarımı, ben demeden de bilen! Ey karşısında gizlenecek bir perdeden mahrum durduğum!.. Sen beni başkalarından sakladığında sevinirim. Hatta beni benden bile sakla isterim de, arada, suçlarımın bastırmasıyla, vicdanım beni temelli köşeye sıkıştırınca, sırf o rahatlasın diye, bir tokadını yiyesim, bir azarını işitesim gelir. O vakit, beni aklayışın bana çok ağırken; haklayışın rahmettir. Bana rağmen beni yüceltişin, bana rağmen bana lütfunda eksiltmeye gitmeyişin ve beni sevişin, «katre karşısında engin bir deryâ» oluşundandır. Yine de bazen küçüklüğümü unutur derim ki:
«-Âh, utan kendinden ki, koskoca deryâyı kandırdın, onu da iyi biri olduğuna inandırdın!..»
Hâlbuki, bugüne dek seni kim kandırmış? Aldattığını sananlar, işte, yalnızca aldanmış.
Hem, bilirim, benim kirim seni bulandırmaz. Benim pisliğimden ve çirkinliğimden, senin temizliğine ve güzelliğine halel gelmez. Bana duyduğun sevgiyi, benim güzelliğimden sanıyorlar ya, aldanıyorlar. Sevmen, senin enginliğindir. Ve o enginlik, beni sevmek için, bir sebebe ihtiyaç hissetmez.
* * *
Yine, “Gelmedin!..” dedi Deryâ; fakat bu sefer, yüzünde su yeşili bir huzur, sesinde “yaralı kuşunun gevezeliğinden” kaynaklanan tatlı bir sürûr vardı. Böylesine şefkat yüklü bir saflık karşısında, Martı nasıl daha fazla kayıtsız kalabilir ki?! Kaçışını da, huysuzlanışını da sevgiyle karşılayan; her hâl ü kârda kucaklamaya hazır bir anne gibi merhamet taşıyan Deryâ’ya, nice defalar olduğu gibi, hayranlıkla baktı.
“-Öpmeliyim eteğinden!..” dedi. “Sen eteği öpülmesi, emrine itaat edilmesi, varlığında yitilmesi gereken bir enginsin. Ben fakirlerden fakirim, sen zenginlerden zenginsin. Boyanınca uçacağım, işte, biricik rengimsin. Kanadıma kaç bin leke sürüldü de temizledin. Ben kestim benden ümidi, sen bir kerecik kesmedin.”
Deryâ, en güzel tebessümlerinden biriyle baktı Martı’ya… Ve bir müjde verircesine şunları söyledi:
“-Gitmeyen, nasıl gelsin ki can kuşum? Gitmedin, zaten bendeydin, gelmedin…” * * *
Şimdi hele insaf edin, Martı sevinçten, aklı-fikri dağıtmayıp n’etsin. Deyin ki, şimdi onda gövde mi kalır ki, kanat olsun. Durun da seyredin, başsız, kanatsız uçsun… Aranızda varsa, bu işten bir şey anlamadım diyen, dilerim, tez zamanda Deryâ’ya düşsün!
Zira, uçmayı düşen bilir, düşmeyi uçan…
Vesselâm.