Çakmak taşındaki gizli ateş gibi her insanın mayasında inanma, müslüman olma kabiliyeti vardır. İnsanın görevi bu kabiliyeti ortaya çıkarıp geliştirmektir. Fıtrat iman etmeye göre kodlanmıştır. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.v.): “Doğan her çocuk İslâm fıtratı üzere doğar.” buyurmuştur. (Buhari, Tefsir, 30) Kur’ân-ı Kerimde bu gerçek şöyle belirtiliyor: “Rabbin Âdem oğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini alıp kendileri hakkındaki şu sözleşmeye şahit tutmuştu: Ben sizin Rabbiniz değil miyim? “Elbette öyle” dediler. Böyle yaptık ki, kıyamet gününde “Bizim bundan haberimiz yoktu” demeyesiniz.” (Araf, 172)
Âyetin tefsiriyle ilgili çeşitli görüş ve rivayetler olmakla beraber, bir görüşe göre burada belirtilen sözleşme mecazi anlamda olup insanın organik oluşumunu tamamlama sürecinde Cenab-ı Hakkın insanın fıtratına kendi varlık ve birliğini tanıma ve inanma kabiliyetini yerleştirmesi anlamındadır. İnsana ‘Rabbin kimdir?’ diye sorulsa, “Allahtır” demesi gerekir. Zira böyle diyecek zihni ve psikolojik donanıma sahiptir. Ayrıca Mevla iç ve dış âlemde kendi varlığına ve birliğine delalet edecek pek çok kanıtlar yaratmıştır. Peygamberlerin görevi, insanları fıtratlarına uygun şekilde inanma ve yaşamaya yöneltmektir.
Fıtrat yalan söylemez. İnanmak; acıkmak ve susamak gibi temel bir olgudur. Mutlak anlamda inançsızlık söz konusu değildir. Söz konusu olan inancın yozlaşması, tevhide şirkin karışmasıdır.
Eski yunan filozofları yüce bir yaratıcının varlığını inkar etmiyorlardı. Fakat tahrif edilmemiş saf bir vahiy kaynağına sahip olmadıkları için şirke sapmışlar, Allah’a yakışmayan sıfatlar isnat etmişler, inanç mitolojiye dönüşmüş, güneş tanrısı, ay tanrısı, demir tanrısı, aşk tanrısı, şarap tanrısı gibi saçma tanrı figürleri ortaya çıkmıştır. Cahiliye arapları da Allah’ın varlığına inanıyorlardı. Fakat yüce yaratıcıyla doğrudan irtibat kurmanın mümkün olmadığına inanarak akıllarınca bu irtibatı sağlayacak putlar ediniyorlardı. Onların bu durumlarını ifade eden ayet-i kerimeler vardır. “Andolsun ki, onlara: Gökleri ve yeri kim yarattı? diye sorsan. Şüphesiz ki, “Allah” diyecekler.” “Haberiniz olsun ki, halis din Allahındır. Allahı bırakıp putları kendilerine dost ve sahip edinenler: Bunlara ancak bizi Allah’a daha çok yaklaştırsınlar diye tapıyoruz, derler.İman fıtratın gereği olduğu için, Kur’an-ı Kerimde mutlak inkardan ziyade inancın yozlaşmış şekli olan putperestlik üzerinde çok durulur. Allah’ın varlığından ziyade birliğinden bahsedilir. Gerçek yaratıcının Allah olduğu, aracılara ihtiyaç bulunmadığı, Mevlanın insana şah damarından daha yakın, her yerde hâzır ve nâzır olduğu vurgulanır. Tevhid asıldır. Kainatta her şey Allah’ın birliğine işaret etmektedir. Gerçek inanç tevhiddir. Şirk inancın yozlaşmasıdır.
İman fitri olduğu için yüce Mevla fıtrata dönmeyi, yaratılışa ters düşmemeyi öğütlemektedir. “O halde sen yüzünü bir muvahhid olarak dine, Allah’ın o fıtratına (yaratma kanununa) çevir ki, o insanları bunun üzerine yaratmıştır.” (Rum, 30)
Tarihte ve günümüzde inançsızların varlığı fıtrattaki gerçeği değiştirmez. Ateist olduğunu söyleyenler, daha doğrusu dinsiz olduğunu zannedenler haddi zatında gizli bir imana sahip olduklarını fark etmeyenlerdir.
Pek çok ayet-i kerimede belirtildiği gibi çeresizlik ve sıkıntı anlarında bu iman ortaya çıkar “Gemide bulunduğunuzda, güzel bir rüzgarla gemiler onları yüzdürüp götürdüğü ve bu yüzden sevinç içinde oldukları sırada onları bir fırtına yakalar, üzerlerine her taraftan dev dalgalar gelmeye başlar. Derken tamamen ölüm çenberine girdiklerini gördüklerinde bütün samimiyetleriyle sadece Allah’a boyun eğerler. “Eğer bizi bundan kurtarırsan, elbette şükredenlerden oluruz, diye yalvarırlar. Ne vakit ki Allah onları kurtarır derhal yine yeryüzünde haksız yere taşkınlık ve azgınlığa başlarlar. Ey insanlar! Azgınlığınız ancak kendi aleyhinizedir.” (Yunus, 22-23)
İnsanlar genellikle bolluk ve rahatlık içinde olduklarında heva ve heveslerinin peşine takılarak Rablerini ve ona karşı olan görevlerini unutup ihmal ederler, adeta fani heveslerinin kölesi olurlar, kör ve sağır kesilirler. “Kendi hevesini ilah edinen, Allah’ın (durumunu) bildiği için saptırdığı, kulağını ve kalbini mühürlediği, gözünün üstüne perde çektiği kimseye ne dersin?” (Casiye, 23)
Görüldüğü üzere iman asıl, inkâr ve şirk ârızıdır. Her insan, varlığında bir iman kıvılcımı taşır, başta da belirttiğimiz gibi bu iman çakmak taşındaki ateş gibi gizlidir. Mühim olan bunu normal yollardan ve tabii seyrine uygun olarak geliştirmek ve bu imanı bir hayat tarzına dönüştürmektir. Hayata geçirilmeyen, amelle desteklenmeyen iman, kulun içindeki kıvılcım gibi kalır, kimseye yarar sağlamaz.
İnsanın mayasında tabii olarak var olan inancı tabii şekilde geliştirmek, doğru ve sağlam olarak güzel bir hayat tarzına dönüştürmek, sevgiye, zevke ve gönüllülüğe dayalı bir dindarlık varken sıkışıp çaresiz kalınca Allahı hatırlamak akıl kârı değildir. Gerçek iman hür iradeye ve gönüllülüğe dayanan imandır. Mecburiyet karşısında herkes hizaya gelir. Fakat mecburiyette sevgi, saygı ve samimiyet yoktur. Mecburiyet kalkınca itaatde kalkar. “İnsanların başına bir sıkıntı gelince, Rabbine yönelerek O’na yalvarırlar. Sonra Allah katından onlara bir rahmet tattırınca bakarsınız ki onlardan bir gurup yine Rablerine ortak koşarlar.” (Rûm, 33)
Böyle davranmak iki yüzlülüktür. İşler yolundayken Allah yokmuş gibi davranıp, sıkışınca Allaha sığınmak nankörlüktür. Böylelerine Mevlâ rahmet nazarıyla bakmaz. Allah’tan bir şey istemek için insanın yüzü olması gerekir. İnsanlara karşı olan davranışlarda da aynı şey söz konusudur. Allah Rahimdir, Ğafûrdur ama aynı zamanda şedîdü’l-ıkâb (azablandırması şiddetli)dir.
İnsanlar genellikle gâfil oldukları, dünyaya ve onun geçici süs ve zevklerine aldandıkları için ölüm gelip çatınca akılları başlarına gelir. Dürüst ve samimi bir hayat yaşayacaklarına söz vererek Allah’tan ömürlerini uzatmasını isterler. Fakat son pişmanlık fayda vermez. Zira Mevlâ kullara kulluklarını ispat edebilecekleri kadar bir ömür vermiş, çeşitli imkan ve fırsatlar tanımıştır. Bu ömrü ve fırsatları boşa harcayanlar ömürlerinin sonunda faydasız bir pişmanlıkla karşı karşıya kalırlar.
Ömrünü isyan ve inkarla geçirmiş niceleri derin bir nedamet ve hasretle bu alandan göç etmişlerdir. Bütün varlıkları yokluğa, bütün güç ve saltanatları sıfıra müncer olmuştur. Önceden Allah demedikleri için sonunda eyvah demek durumunda kalmışlardır. Önceleri, ben sizin en yüce rabbinizim, diyen firavun bile sonunda kulluğa razı olmuş. Fakat mecburiyete dayalı bir kulluk kendinden kabul edilmemiştir. “Nihayet firavun denizde boğulurken: Gerçekten İsrail oğullarının inandığı tanrıdan başka tanrı olmadığına ben de iman ettim. Ben de müslümanlardanım, dedi. Şimdi mi iman ettin? Halbuki daha önce isyan etmiş ve bozgunculardan olmuştun. (Yunus, 90)
Aklı başında olan herkes fıtratın sesine kulak verip sahih bir iman ve salih amele dayalı bir hayat sürmeye çalışmalıdır. Zira mecburiyete dayalı bir iman ve amelde fayda yoktur. Öyle ise hep birlikte mecburen eyvah demeden gönüllü olarak Allah diyelim. Mevla, ismini dilimizden, sevgisini gönlümüzden eksik etmesin. Amin.