VEFATINDAN önceki son günlerdir. Henüz hasta değiller. Ama görevinin sona erdiğinin haberini almışlardır. Sahabesiyle sohbetlerini sıklaştırır.
Anlatılmadık, uyarılmadık bir şey bırakmak istemez. İman edenlerine büyük bir hazine bırakacaktır. Diğer din mensuplarının elinde olmayan bu büyük miras “hadisler” olarak inanç ve ibadet hayatımıza yansıyacaktır. Bir an için biz de kendimizi O'nun Medine'sinde, tertemiz mescidinde oturmuş dinliyor gibi sayalım. Bakalım bu tertemiz ve nezih dudaklardan neler dökülüyor.
Şöyle buyuruyordu: “Ben sizin öncünüzüm. Ahirete sizden önce gideceğim. Mahşerde size şahitlik yapacağım. Vallahi şu an mahşerdeki (Kevser) havuzuma bakar gibiyim. Allah'a yemin olsun ki benden sonra sizin yeniden şirke bulaşmanızdan korkmuyorum. Sizin dünyalık uğruna birbirinizle boğuşmanızdan korkuyorum. Dünyanın fitnesine bulaşmanızdan korkuyorum.”
* * *
Biraz sonra dışarıdan bir adam geçti. Adam görkemli bir görünüşe sahipti. Hz. Peygamber (sav) elleriyle adamı gösterip sordu: “Bu adam hakkında ne dersiniz?” Şöyle dediler: “Bu öyle bir adamdır ki, kız istemek için bir kapıya giderse geri çevrilmez. Bir konuda aracı olursa aracılığı itibar görür. Söz söylerse kulak kesilir.” Bu cevabı duyan Hz. Peygamber (sav) sustu. Cevap vermedi. Biraz sonra maddi durumu iyi olmayan, yoksullardan sayılan bir adam geçti. Hz. Peygamber (sav) onu kastederek sordular: “Peki, bu adam hakkında ne dersiniz?” Cemaat şöyle cevap verdi: “Bu adam kız istemek için bir kapıya gittiğinde reddedilir. Aracı olmak isterse itibar görmez. Güzel de olsa bir söz söylediğinde dinlenmez.” Bu cevabı dinleyen Hz. Peygamber (sav) görünüşün değil, iç âleminin, ruh dünyasının önemli olduğunu anlatma sadedinde şöyle cevap buyurdu: “Şu son adam (görünüşteki yoksul adam) dünyalar dolusu (gösterişli) öteki adamdan daha hayırlıdır.”
Son zamanlarında bakışımızı sorguluyordu. İtibarın; kıyafete, görüntüye, şan ve şöhrete, zenginlik ve tanınmışlığa odaklandığı kısır bakışımızı eleştiriyordu.
* * *
Sahabesine iyi işlerle meşgul olmalarını öğütlüyordu. Orta -denge- unsuru bir millet olduklarını hatırlatıyordu. Son kitabın “Kuran” olduğunu, kendisine iman edenlerin ise sonsuz sevaplar kazanacağını belirtiyordu. Diğer peygamberlerle kendi iman edenlerini şöyle tanımlıyordu: “Hz. Musa'nın kavmi şuna benzer. Bir adamın yanında işçisi vardır. Adam, sabahleyin işe başladı ama öğleye doğru yoruldu. İşverenden ücretini istedi. İşveren ücretini verince de işçi işi bıraktı. Sonra işveren başka bir işçi buldu. Onlar da Hz. İsa'nın iman edenleriydi. Onlar da öğleye kadar getirilmiş işi alıp ikindiye kadar getirdiler. İkindi vakti olunca onlar da yoruldular. İşverenden ücretlerini istediler. İşveren onlara ücretlerini verip onları da gönderdi. Sonra işveren başka işçiler buldu. Bu yeni işçiler sizlersiniz, yani benim iman edenlerimdir. Onlar ikindi vaktine kadar getirilmiş işi oradan alıp güneşin batışına kadar getirdiler. Ve işi tamamladılar. Artık işveren işi bitiren bu yeni işçilere hak ettiklerini fazlasıyla verdi.
Daha önceki işçiler bunun üzerine işverene sordular: ‘Neden onlara daha çok verdin?' O şöyle cevap verdi: ‘Size hak ettiğinizi verdim. Zulmetmedim. Ama bunlara fazlasıyla verdim. Fazlasıyla vermek ise benim hakkımdır. Dilediğime hak ettiğinden fazlasını veririm'...”
Efendimiz (sav) sanki insanlığın inanç şemasını veriyordu. Yorulan milletlerin yarıda kaldıklarını vurgularken, Müslümanlara da ikazda bulunuyordu: “Akşama kadar göremezseniz yani erken yorulursanız siz de ancak hak ettiğinizi alırsınız. Ötesini sakın beklemeyin.”
* * *
Son zamanlarında Medine'deki minberine daha çok oturmaya başladı. Bazen öylesine uzun konuşurdu ki yorulur ve minbere otururdu. Bir gün sabah namazından sonra konuşmaya başladı, öğleye kadar hiç dinlenmedi. Namazdan sonra ikindiye kadar devam etti. Sonra akşama kadar devam etti. Diğer milletlerin hallerini anlatarak onların düştükleri hatalara düşülmemesini ikaz ediyordu. Kalp ve ruh hayatında takvayı anlatıyordu. Allah'ın ipini “Kuran'ı” bırakmayın diyordu.
Kendisinden sonra gelişecek fitneler konusunda uyarılarda bulunuyor, fitnede taraf olmamayı istiyordu. Merhamete vurguda bulunuyor, sermayedeki Allah'ın hakkını -zekât ve sadakayı- anlatıyor, muhtaçlara el uzatmayı emrediyordu. Sanki hayata dair anlatılmadık hiçbir şey bırakmıyordu. Kabrin ve mahşerin kapısını aralıyor ve oradan aldıklarını -insanların anlayacağı bir üslupla- aktarıyordu... (Önümüzdeki hafta cennet ve cehenneme ilişkin neler gördü, neler anlattı. Onları paylaşacağız inşallah...)
Doç. Dr. Nihat Hatipoğlu