Kush është në linjë | 44 përdorues në linjë: 0 anëtarë 0 të fshehur 44 vizitorë :: 2 Bots
Asnjë
Rekord i përdoruesve në linjë ishte 873 më Tue 13 Aug 2019 - 10:40
|
Sondazh | | A e falni namazin rregullisht? | 1.Po 5 kohë elhamdulilah | | 96% | [ 287 ] | 2.Vetëm Sabahun | | 0% | [ 1 ] | 3.Kur kam kohë | | 0% | [ 1 ] | 4.Vetëm Sabahun dhe akshamin | | 0% | [ 1 ] | 5.Vetëm xhuman | | 1% | [ 2 ] | 6.Nuk falem hiq | | 2% | [ 7 ] |
| Totali i votave : 299 |
|
Rissi ne Forum | Shkarko aplikacionin e Forumitduke klikuar këtu mbi fot
|
Statistikat | Forumi ka 3031 anëtarë të regjistruar Anëtari më i ri Fadil Grisholli
Anëtarët e këtij forumi kanë postuar 24389 artikuj v 13536 temat
|
Kohët e faljes së namazeve | |
|
Autori | Mesazh |
---|
Muhamed Dolaku Antar-aktiv
Numri i postimeve : 3478 Data e regjistrimit : 16/09/2011 Mosha : 78 Nacionaliteti-Sheti : R e Kosovës, Mitrovicë
| Titulli: Re: Riyâzü’s-Sâlihîn - İmâm Nevevî Wed 6 Jun 2012 - 20:12 | |
| 38. AİLENİN DİN EĞİTİMİ
AİLESİNE, ÇOCUKLARINA VE İDARESİ ALTINDA BULUNANLARA ALLAH’A İTAATKÂR OLMAYI EMRETMEK VE ONLARI ALLAH’AKARŞI GELMEKTEN SAKINDIRMAK, KENDİLERİNİ EĞİTMEK VE DİNİN YASAKLARINDAN UZAKLAŞTIRMAK
Âyetler 1. “Ailene namaz kılmayı emret! Kendin de namaza dört elle sarıl!.” Tâhâ sûresi (20), 132 İnsanın en çok muhtaç olduğu şey gönül huzurudur. Gönül huzuru Allah’a yaklaştıkça duyulur. Allah’a yaklaşmanın yolu ise ona ibadet etmektir. Kulu Allah’a en fazla yaklaştıran ibadet namazdır. Fakat insanların çoğu bu gerçeği bilmez. Ailesinin maddî ihtiyaçlarını temin ederek mutlu olmalarına gayret eden bir kimse, onları mânen mutlu edecek şeyin namaz olduğunu düşünmeli, kendilerine namaz kılmayı tavsiye etmeli, namaz kılmayı bilmiyorlarsa, öğrenmelerini sağlamalıdır. Ayrıca kendisi de bu konuda onlara güzel örnek olmalıdır. Allah Teâlâ insanın mutlu olmasını arzu ettiği için herşeyi ona faydalı olacak şekilde yaratmıştır. Bütün bunlara karşılık insandan tek bir şey istemektedir: Kendisine ibadet etmek... Cenâb-ı Hak kendisine ibadet edilmesini, ibadete muhtaç olduğu için değil, kulunun ibadet etmeye ihtiyacı olduğu için ister. Zira O, kulunu, ancak ibadetle huzura erecek bir yapıda yaratmıştır. Aile reisi, işte bu sebeple eşine ve çocuklarına namaz kılmayı tavsiye etmeli, onları mutlu ve huzurlu bir hayata hazırlamalıdır. 2. “Ey imân edenler! Kendinizi ve ailenizi ateşten koruyunuz.” Tahrîm sûresi (66), 6 Âyet-i kerîmenin devamı, oldukça ürperticidir. Burada, yakıtı insan ve taş olan cehennem ateşinden, insanın kendisini ve ailesini koruması istenmektedir. Aile reisi hem kendinden, hem de diğer aile fertlerinden sorumludur. “Hepiniz çobansınız. Hepiniz güttüğünüz sürüden sorumlusunuz” hadisinin devamında Peygamber Efendimiz bu gerçeği dile getirmiştir. Aile reisi, aile fertlerini ateşten nasıl koruyacaktır? Bunun cevabı şudur: Onlara Allah’dan korkmalarını ve O’nun buyruklarına karşı gelmemelerini tavsiye edecektir. Tavsiyenin yeterli olmadığını, tavsiye ettiği şeyleri delilleriyle birlikte öğretmek gerektiğini düşünerek İslâmiyet’i anlatacak veya öğrenmelerine yardımcı olacaktır. İnsanın hem kendisini hem de ailesini ateşten koruması pek anlamlı bir emirdir. Bu ancak ilâhî buyrukları bizzat yapmakla, yasaklardan öncelikle kendisi sakınmakla ve böylece ailesine güzel örnek olmakla mümkündür. | |
| | | Muhamed Dolaku Antar-aktiv
Numri i postimeve : 3478 Data e regjistrimit : 16/09/2011 Mosha : 78 Nacionaliteti-Sheti : R e Kosovës, Mitrovicë
| Titulli: Re: Riyâzü’s-Sâlihîn - İmâm Nevevî Wed 6 Jun 2012 - 20:13 | |
| Hadisler 300. Ebû Hüreyre radıyallahu anh şöyle dedi: Hz. Ali’nin oğlu Hasan radıyallahu anhümâ, sadaka edilen hurmalardan birini alıp ağzına atmıştı. Bunu gören Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: - “Kaka, kaka! At onu!. Bizim sadaka edilen şeyleri yemediğimizi bilmiyor musun?” buyurdu. Buhârî, Zekât 60, Cihâd 188; Müslim, Zekât 161 Bir rivayete göre şöyle buyurdu: “Bize sadaka helâl değildir, bilmiyor musun?” Müslim, Zekât 161 Açıklamalar Hadîs-i şerîfin önce konumuzla doğrudan ilgili olmayan yanını açıklayalım. Peygamber Efendimiz’in ve ailesinin sadaka ve zekât olan şeyleri neden yemediğini öğrenelim. Başka bir hadîs-i şerîften bu olay hakkında biraz daha fazla bilgi alıyoruz: Birgün Peygamber Efendimiz Mescid-i Nebevî’de kucağına küçücük torunu Hz. Hasan’ı almış, zekât olarak toplanan hurmaların dağıtılmasını kontrol ediyordu. Hasan oradan bir hurma alıp ağzına atıverdi. Bunu gören Resûlullah Efendimiz onun ağzından hurmayı alıp attı. Oradaki sahâbîlerden biri Hz. Hasan’ın üzüleceğini düşünmüş olmalı ki: - Hurmayı çocuktan almasaydın! diyecek oldu. O zaman Resûlullah Efendimiz: - “Biz Muhammed âilesine sadaka helâl değildir”, buyurdu. Acaba sadaka nasıl bir şeydir ki, Hz. Peygamber’e ve onun ailesine helâl değildir? Hadisleri en iyi açıklayan yine hadislerdir. Peygamber Efendimiz’e ve onun ailesine sadakanın neden helâl olmadığını da şu hadîs-i şerîf açıklamaktadır: “Şüphesiz bu sadakalar, insanların kirleridir. Bunlar ne Muhammed’e helâldir, ne de Muhammed ailesine” (Müslim, Zekât 168; Nesâî, Zekât 95). Efendimiz’in bu ifadesinin bir teşbih ve bahsettiği kirin mânevî bir kir olduğunda şüphe yoktur. Peygamber Efendimiz bu konuda çok titiz davranırdı. 590 numaralı hadiste göreceğimiz üzere bir defasında yolda bir hurma görmüştü. “Onun sadaka olmadığını bilsem yerdim”, buyurdu. Yine bir gece yatağının altında bulduğu hurmayı ağzına atıp yedi. Sonra bu hurmanın sadaka hurmasından düşmüş olabileceğini düşünerek sabaha kadar uyuyamadı. Kendisine sunulan yiyeceklerin hediye mi, yoksa zekât mı olduğunu özellikle sorar, hediye ise yer, değilse ashâbına verirdi. İşte Efendimiz yasaklar karşısında böylesine titizdi. Onun soyundan gelen kimseler, hatta âzatlı köleleri bile sadaka ve zekât malı yemezlerdi. Şimdi asıl konumuza gelelim. Bu hadîs-i şerîf Peygamber aleyhisselâm’ın torununu nasıl terbiye ettiğini, bilmediği bir konuyu ona nasıl öğrettiğini gösteriyor. Terbiye ve din eğitimi küçük yaşlarda başlar. Zira ağaç yaşken eğilir ve istenen şekli alır. Yıllar sonra onu eğmek imkânsızlaşır. Çocuğun körpe zihnine yapılan bir telkin, taşa yazılan yazı gibi kalıcı olur. Yıllar onu silemez. Çocuğu terbiye etmenin şekli de önemlidir. Herşeyden önce çocuğa anlayacağı dille hitap etmelidir. Peygamber aleyhisselâm’ın o zamanlar çok küçük olan Hz. Hasan’ı “kaka, kaka!” diye uyarması, bu gerçeği göstermektedir. Resûlullah Efendimiz’in sevgili torununa “yeme onu!” demekle kalmayıp sadaka hurmasını neden yemeyeceğini açıklaması, terbiyenin bir başka önemli yönüdür. Zira çocuk bir şeyin kendisine neden yasaklandığını merak eder. Yasağın gerekçesi kendisine anlatılınca tatmin olur. Bu da bizi şu önemli sonuca götürüyor: Çocuğa dinî terbiye veren kimse bilgili olmalıdır. Ona doğru bilgi vermelidir. Birçoğumuzun başından geçmiştir. Sağlam bir din kültürüne sahip olmayan bazı yaşlı büyüklerimiz, dinî emir ve yasakların veya kâinatta olup bitenlerin mâhiyetini bilmezler. Fakat o konularda çocuğa kulaktan dolma yanlış bilgileri aktarırlar. Bu yanlışlar bazan ömür boyu devam edip gider. Bir önemli husus da, “Canım, bu daha çocuktur. İleride öğrenir” diye ihmâl etmeden, hatanın görüldüğü yerde, uygun bir şekilde düzeltilmesidir. Hadisten Öğrendiklerimiz 1. Hz. Peygamber’in soyuna zekât ve sadaka almak haramdır. 2. Çocuklara daha küçük yaşta helâli ve haramı öğretmek suretiyle dinî terbiye vermelidir. 3. Çocuğu eğitirken anlayacağı dille konuşmalıdır. 4. Çocuğa bir şeyi yasaklayınca, ona bunun sebebini de söylemelidir. | |
| | | Muhamed Dolaku Antar-aktiv
Numri i postimeve : 3478 Data e regjistrimit : 16/09/2011 Mosha : 78 Nacionaliteti-Sheti : R e Kosovës, Mitrovicë
| Titulli: Re: Riyâzü’s-Sâlihîn - İmâm Nevevî Wed 6 Jun 2012 - 20:14 | |
| 301. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in üvey oğlu, Ebû Seleme Abdullah İbni Abdülesed’in öz oğlu Ebû Hafs Ömer’şöyle dedi: Ben Hz. Peygamber’in himâyesinde yetişen bir çocuktum. Yemek yerken, elim yemek tabağının her yanına giderdi. Bunun üzerine Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bana şöyle buyurdu: “Oğul, besmele çek! Sağ elinle ye! Hep önünden ye!” O günden sonra buyurduğu gibi yedim. Buhârî, Et`ıme 2, 3; Müslim, Eşribe 108. Ayrıca bk. İbni Mâce, Et`ıme 8 Ömer İbni Ebû Seleme Hadisimizin râvisi Ebû Hafs Ömer İbni Ebû Seleme, Ümmü Seleme annemizin Peygamber Efendimiz’le evlenmeden önceki kocası Ebû Seleme Abdullah İbni Abdülesed’den olma oğludur. Ömer’in babası Ebû Seleme Resûlullah Efendimiz’in halasının oğlu ve süt kardeşiydi. Karısıyla birlikte hicretin dördüncü yılında Habeşistan’a hicret etmişti. Ömer iki yıl sonra orada doğdu. Ebû Seleme vefat edince, Efendimiz Ümmü Seleme ile evlenerek onu ve dört çocuğunu himâyesine aldı. Bu dört çocuktan biri Ömer’di. İşte onun “Ben Hz. Peygamber’in himâyesinde yetişen bir çocuktum” derken anlatmak istediği, o mutlu yıllardır. Hz. Peygamber’den on iki hadis rivayet etmiş olan Ömer, Hz. Ali devrinde Bahreyn valiliği yaptı. 83 (702) yılında Medine’de vefat etti. Allah ondan razı olsun. Açıklamalar Bu hadîs-i şerîfte Peygamber Efendimiz, bir çocuğa yemek âdâbını öğretmektedir. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem vefat ettiğinde Ömer henüz dokuz yaşında olduğuna göre, bu olay meydana geldiğinde herhalde daha da küçüktü. Resûl-i Ekrem, bir önceki hadiste de belirtildiği gibi, bu küçük yavruya anlayacağı dille ve basit ifadelerle hitap etmektedir: “Oğul, besmele çek! Sağ elinle ye! Hep önünden ye!” sözleri ne kadar sâde, mûnis ve gönül okşayıcı! Şefkat Pınarı Efendimiz herkese olduğu gibi üvey oğluna karşı da böylesine yakın ve sıcak! İslâm’ın yemek yeme edeplerini ona güzel bir üslûpla öğretiyor. Bu hadîs-i şerîfin bazı rivayetlerinde Efendimiz’in “Sofraya yaklaş, yavrucuğum!” diye söze başladığı görülmektedir (İbn Hacer, el-İsâbe, II, 519). Demekki sofraya mümkün olduğunca yakın oturmalıdır. Sonra Efendimiz ona besmele çekmesini tavsiye ediyor. Demekki yemeğe “bismillâh” diye başlanacaktır. Şayet besmele çekmek unutulmuşsa, hatırlandığı zaman, yine Resûl-i Ekrem’in bir başka hadiste öğrettiği gibi, “baştan sona bismillah” denecektir. Sofradakilerden birinin herkesin duyacağı şekilde besmele çekmesi, ötekilerin de besmeleyi hatırlamasına yardımcı olur. Bir kişinin besmele çekmesi, sofradan şeytanı uzaklaştırmaya yetmekle beraber, herkesin ayrı ayrı besmele çekmesi uygun olur. Besmele çekilmediği zaman, -Efendimiz’in buyurduğu gibi- şeytan o yemeğe ortak olur ve birlikte yer. Bir şey içerken de besmele çekmelidir. Hatta ilaç içerken bile bu sünnete uymalıdır. Yemeğin sonunda “el-Hamdü lillâh” demenin İslâmî bir görgü kuralı ve bir sünnet olduğu başka rivayetlerde görülmektedir. Efendimiz’in sağ elle yemek yemeyi tavsiye etmesi, bunun müslümanların bir özelliği olduğunu gösterir. “Sakın sol elle yeyip içmeyin! Çünkü şeytan da sol elle yer, içer” hadîs-i şerîfi (Müslim, Eşribe 104-106) bu yasağın gerekçesi durumundadır. Resûl-i Ekrem Efendimiz’in bu konuya pek önem verdiğini, sol elle yeyip içmeyi uygun görmediğini şu olay daha canlı bir şekilde ortaya koymaktadır: 161 numaralı hadiste geçtiği üzere adamın biri Peygamber aleyhisselâm’ın yanında sol eliyle yemek yiyordu. Resûl-i Ekrem ona: - “Sağ elinle ye!” buyurdu. Adam: - Yapamıyorum, diye cevap verdi. Adam yapamadığından değil, kibirli olması sebebiyle bu uyarıdan alınmış ve böyle ters bir cevap vermişti. Bunu anlayan Efendimiz ona: - “Yapamaz ol!” buyurdu. Râvinin anlattığına göre, adam elini ağzına kaldıramadı. Sağ tarafın dinimizde ayrı bir önemi vardır. Ayakkabı ve elbise giyerken sağdan başlamak, bir yere sağ ayağını atarak girmek, bir yere girerken çıkarken sağda bulunanlara öncelik hakkı tanımak da birer sünnettir. Yemek yerken hep önünden yemek, başkalarının önüne uzanarak onları rahatsız etmemek, İslâmî görgü kurallarından biridir. Hadisimizin sonunda Ömer İbni Ebû Seleme, Peygamber aleyhisselâm’ın öğrettiği bu görgü kurallarını hayatı boyunca uyguladığını söylemektedir. Onun gibi Peygamber terbiyesiyle yetişmiş birine yakışan elbette budur. Bizim gibi müslümanlara yakışan da, kendisini görme bahtiyarlığına eremediğimiz Peygamber Efendimiz’in sünnetlerini öğrenmek ve hayatımızı o sünnetlerin ışığıyla aydınlatmaktır. Yemek yeme edebi anlatılırken bu ve benzeri konular elli ayrı hadiste ele alınacaktır (bk.729-779 numaralı hadisler). Hadisimizi 729 ve 741 numarayla tekrar okuyacağız. Hadisten Öğrendiklerimiz 1. Sofraya mümkün olduğu kadar yakın oturmalıdır. 2. Yemeğe besmeleyle başlamalıdır. 3. Yemeği sağ elle yemelidir. 4. İnsan yalnız başına bile yese, hep önünden yemelidir. 5. İşte bu ve benzeri dinî görgüleri çocuklara küçük yaştan itibaren öğretmelidir. 6. Ashâb-ı kirâmın yaşça küçük olanlarının bile Peygamber sünnetine ne kadar bağlı oldukları görülmektedir. | |
| | | Muhamed Dolaku Antar-aktiv
Numri i postimeve : 3478 Data e regjistrimit : 16/09/2011 Mosha : 78 Nacionaliteti-Sheti : R e Kosovës, Mitrovicë
| Titulli: Re: Riyâzü’s-Sâlihîn - İmâm Nevevî Wed 6 Jun 2012 - 20:15 | |
| 302. İbni Ömer radıyallahu anhümâ’dan rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’i şöyle buyururken dinlemiştir: “Hepiniz çobansınız; hepiniz güttüğünüz sürüden sorumlusunuz. Devlet reisi de bir çobandır ve sürüsünden sorumludur. Erkek ailesinin çobanıdır ve sürüsünden sorumludur. Kadın kocasının evinin çobanıdır ve sürüsünden sorumludur. Hizmetkâr efendisinin malının çobanıdır; o da sürüsünden sorumludur. Netice itibariyle hepiniz çobandır ve güttüğü sürüden sorumludur.” Buhârî, Cum`a 11, İstikrâz 20, İtk 17, 19, Vesâyâ 9, Nikâh 81, 90, Ahkâm 1; Müslim, İmâre 20. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, İmâre 1, 13; Tirmizî, Cihâd 27 Açıklamalar 285 numaralı hadîs-i şerîfte bu hadîsin yine İbni Ömer radıyallahu anhümâ’dan gelen bir başka rivayeti açıklanmıştı. Resûlullah Efendimiz, dünyada sorumsuz kimse bulunmadığını belirtmektedir. İnsan olan herkes sorumludur. Allah Resûlü bu gerçeği dile getirirken, en sorumlu kimse olan devlet başkanıyla söze başlamıştır. Önceki rivayette devlet başkanı yerine âmir dendiğini görmüştük. Devlet reisi devletin başı olması sebebiyle en büyük âmir, en önemli şahsiyet, dolayısıyla en sorumlu kimsedir. Merhum şâirimiz Mehmed Âkif, İslâm’ın büyük halifesi Hz. Ömer’in devlet başkanı olarak hissettiği bu ağır vebâli şöyle dile getirmişti: Kenâr-ı Dicle’de bir kurt aşırsa bir koyunu Gelir de adl-i ilâhî sorar Ömer’den onu Devlet başkanı olan kimse, sorumluluğu böylesine büyük olduğu için, bütün gayretini sarfederek görevini hakkıyla yapmaya çalışacak, haksızlığa meydan vermeyecektir. Hadisin bizi burada özellikle ilgilendiren kısmı, erkeğin ailesinin çobanı olduğunu ve idaresi altındaki kişilerden sorumlu bulunduğunu belirten ikinci şıkkıdır. Bir kimsenin ailesi, geçimlerini üstlendiği insanlardır. Bunlar genellikle onun eşi ve çocuklarıdır. Annesi ve babası gibi yakınları yardıma ve korunmaya muhtaç iseler, aynı şekilde onların da yiyeceklerini, giyeceklerini, hayatlarını devam ettirmek için gerekli diğer ihtiyaçlarını temin edecektir. İnsanın ailesine karşı sorumlu olduğu bu maddî ihtiyaçların yanında bir de mânevî ihtiyaçlar vardır. Onlara inanmaları gereken din esaslarını, yapmaları gereken ibadet esaslarını ve uymaları gereken ahlâk esaslarını öğretmek, aile reisinin sorumluluğu altındadır. Bu mânevî ihtiyaçların onlara verilmesi maddî ihtiyaçlardan daha önemli ve önceliklidir. Zira bir insan fakirse, ailesine karşı sorumluluğu bir ölçüde düşecek ve onlara imkânı ölçüsünde bakabilecektir. Fakat onların mânevî eğitimlerini sağlamak parayla doğrudan ilgili olmadığı için omuzlarındaki bu sorumluluk hiçbir şekilde düşmeyecektir. Çünkü Allah Teâlâ konumuzun başlığında okuduğumuz âyetlerin birinde: “Ey imân edenler! Kendinizi ve ailenizi ateşten koruyunuz” buyururken bu mânevî sorumluluğu kasdetmiştir. “Ailene namaz kılmayı emret” buyururken, onlara namaz kılmayı öğret ve bu görevi devamlı yapmalarına yardımcı ol demek istemiştir. Peygamber Efendimiz’in bu konudaki buyruklarından bir kısmı aşağıdaki hadislerde gelecektir. Şayet bir kimse çocuklarına din eğitimi vermemiş, onlar da bilgisizlik yüzünden günah kapanına yakalanmışlarsa, çocuklarının kazandığı günahın bir o kadarı, eğitimlerini ihmâl eden sorumlu şahsa yazılacaktır. Hadisimiz herkesi üstlendiği görevlerden sorumlu tutmaktadır. Bir kadın kocasının evini koruyup gözetmekle, bir hizmetkâr kendisine teslim edilen şeylere zarar vermemekle görevli ve bu konudaki aksamalardan sorumludur. Hadisten Öğrendiklerimiz 1. İnsanlar görevlerinden âhirette Allah’a, dünyada yöneticilere karşı sorumludur. 2. Sorumluluk insanın üstlendiği görevin cinsine ve önemine göre değişir. 3. Devlet başkanı yönettiği kişilerin maddî ve mânevî ihtiyaçlarının temin edilmesinden sorumludur. 4. Çocuğun geçimini üzerine alan kişinin, özellikle babanın ona din eğitimini vermesi en başta gelen görevidir. 5. Kadın kocasının evinin yönetiminden ve korunmasından sorumludur. 6. Hizmetkâr kendisine emânet edilen işi en iyi şekilde yapmaktan sorumludur. | |
| | | Muhamed Dolaku Antar-aktiv
Numri i postimeve : 3478 Data e regjistrimit : 16/09/2011 Mosha : 78 Nacionaliteti-Sheti : R e Kosovës, Mitrovicë
| Titulli: Re: Riyâzü’s-Sâlihîn - İmâm Nevevî Wed 6 Jun 2012 - 20:16 | |
| 303. Amr İbni Şuayb babası Şuayb’dan, o da dedesi Abdullah İbni Amr İbni Âs radıyallahu anh’den Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in şöyle buyurduğunu rivayet etti: “Çocuklarınıza yedi yaşındayken namaz kılmalarını söyleyiniz. On yaşına bastıkları hâlde kılmazlarsa kendilerini cezalandırınız yataklarını da ayırınız.” Ebû Dâvûd, Salât 26 Amr İbni Şuayb Tercüme-i hâli 140. hadîs-i şerîfte verilen büyük sahâbî Abdullah İbni Amr İbni Âs’ın torunu Şuayb’ın oğludur. Babası Şuayb İbni Muhammed de bir muhaddis idi. Babasından başka Saîd İbni Müseyyeb, Urve İbni Zübeyr ve İbni Şihâb ez-Zührî gibi tâbiîn neslinin tanınmış muhaddislerinden okudu. Büyük dedesi Abdullah İbni Amr’ın Resûlullah Efendimiz’in ağzından yazdığı hadisleri ihtivâ eden es-Sahîfetü’s-sâdıka adlı eser ona intikal etti. Devamlı surette Tâif’te oturan Amr, sık sık Mekke’ye gider ve bu hadisleri talebelerine rivayet ederdi. 118 (736) yılında Tâif’te vefat etti.Dedesi Amr’ın tercüme-i hâli de 332 numaralı hadiste gelecektir. Allah onlardan razı olsun. Bu hadîs-i şerîf, bir sonraki hadisle birlikte açıklanacaktır. | |
| | | Muhamed Dolaku Antar-aktiv
Numri i postimeve : 3478 Data e regjistrimit : 16/09/2011 Mosha : 78 Nacionaliteti-Sheti : R e Kosovës, Mitrovicë
| Titulli: Re: Riyâzü’s-Sâlihîn - İmâm Nevevî Wed 6 Jun 2012 - 20:16 | |
| 304. Ebû Süreyye Sebre İbni Ma`bed el-Cühenî radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Çocuğa yedi yaşındayken namaz kılmayı öğretiniz. On yaşına bastığı hâlde kılmazsa, cezalandırınız.” Ebû Dâvûd, Salât 26; Tirmizî, Mevâkît 182 Ebû Dâvud’daki hadis şu meâldedir: “Çocuk yedi yaşına girince, namaz kılmasını söyleyiniz.” Ebû Süreyye Sebre İbni Ma`bed el-Cühenî Hayâtı hakkında kaynaklarda fazla bilgi yoktur. Medine’de yaşadığı, Hendek Gazvesi’ne ve daha sonraki gazvelere katıldığı ve 60 (680) yılı civarında vefat ettiği bilinmektedir. Allah ondan razı olsun. Açıklamalar Bu iki hadîs-i şerîfte, çocuklara verilmesi gerekli bazı eğitim ve öğretim esasları ele alınmaktadır. Bunlardan birincisi, yedi yaşına basan çocuğa namazın öğretilmesidir. Dinin yaşandığı bir aile çevresinde yetişen çocuk, etrafını tanımaya başladığı günden itibaren namazla tanışır. Kulluğu en güzel şekilde simgeleyen bu ibadet onun ilgisini çeker. Büyüklerini taklid ederek tıpkı onlar gibi namaz kılmaya çalışır. Eğitimin en güzel şekli, çocuğa tavsiye edilen hâlleri bizzat yaşamak ve ona canlı örnek olmaktır. Böyle yapıldığı takdirde çocuk, namazın tıpkı oturup kalkmak, yemek içmek gibi tabiî bir hâl olduğunu görür ve namaz kılmadığı zaman kendisinde bir eksiklik bulunduğunu anlar. Dindar çevrede yetişen çocuk, namaz kılmayı yedi yaşına kadar zaten öğrenmiş olur. Bu durumda anne babaya düşen görev, onun bazı eksiklerini tamamlamaktan ibarettir. Yedi yaşına kadar namaz kılmayı öğrenmeyen çocuklara ise, namazın en önemli ibadet olduğu anlatılarak namaz bilgisi verilir. Bazı sûreler ve dualar öğretilir. Yedi yaş sınırı konusunda kız ve erkek çocukları arasında fark yoktur. On yaşına girdiği hâlde namaz kılmamakta direten çocukların terbiyesi nasıl olacaktır? Şâir ne güzel söylemiş: Nush ile uslanmayanı etmeli tekdir Tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir Yâni öğüt ve nasihata kulak vermeyip uslanmamakta diretenleri azarlamalıdır. Azardan da anlamayanları, bir yerlerini incitmeyecek şekilde dövmelidir. Bu prensip hemen herkesin kabul ettiği bir eğitim şeklidir. Şüphesiz dövme işi, eğitim maksadıyla yapılacak ve ona ancak mecbur kalındığı zaman başvurulacaktır. Dövmeye gelene kadar azarlama, tehdit etme, kulağını çekme gibi çeşitli eğitim basamakları vardır. Kendisi hiçbir çocuğu dövmeyen ve onların dövülmesini istemeyen Peygamber aleyhisselâm, on yaşına bastığı hâlde namaz kılmayan çocukları, sadece eğitmek maksadıyla pataklamaya izin vermiştir. Bir hadîs-i şerîfinde “bülûğ çağına varıncaya kadar çocuğun mükellef olmadığını” (Ebû Dâvûd, Hudûd 17; Tirmizî, Hudûd 1. Ayrıca bk. Buhârî, Hudûd 22, Talâk 11) söyleyen Resûlullah Efendimiz’in, dövme işini, ciddi mânada hırpalamak anlamında söyleyeceğini düşünmek mümkün değildir. On yaşına basan çocukların yataklarını ayırma konusu da önemlidir. Sadece erkeklerle kızları birbirinden ayırmakla kalmamalı, cinsiyetleri ne olursa olsun çocukların yataklarını ayırmalıdır. “Canım bunların hepsi de kız veya hepsi de erkek; bir arada yatmalarında ne sakınca olacak?” diye düşünmek doğru değildir. On yaş bülûğ çağının sınırıdır. Erken gelişen bazı çocuklar on yaşında ergenlik çağına girebilir. Cinsiyet duygusu gelişmeye başlayan çocukların vücutlarının birbirine temas etmesi, onlarda bazı cinsî sapmalara yol açabilir. İşte bu sebeple Peygamber Efendimiz, problemi daha ortaya çıkmadan önlemek düşüncesiyle böyle buyurmuştur. Maddî imkânsızlık sebebiyle herbir çocuğa ayrı yatak temin etme imkânı yoksa, en azından vücutlarının birbirine temas etmemesi sağlanmalıdır. Hadislerden Öğrendiklerimiz 1. Yedi yaşına giren çocuklara namaz kılmayı öğretmeli ve namaza başlatmalıdır. 2. On yaşına bastığı hâlde namaz kılmayanları ise anladıkları dille tehdit ederek namaza alıştırmalıdır. 3. On yaşından itibaren cinsiyetlerine bakmadan bütün çocukların yataklarını ayırmalıdır. | |
| | | Muhamed Dolaku Antar-aktiv
Numri i postimeve : 3478 Data e regjistrimit : 16/09/2011 Mosha : 78 Nacionaliteti-Sheti : R e Kosovës, Mitrovicë
| Titulli: Re: Riyâzü’s-Sâlihîn - İmâm Nevevî Wed 6 Jun 2012 - 20:19 | |
| 39. KOMŞU HAKKI VE BUNUNLA İLGİLİ TAVSİYELER
Âyet “Allah’a ibadet edin ve ona hiçbir şeyi ortak koşmayın. Anaya, babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yanınızdaki arkadaşa, yolcuya ve mâliki bulunduğunuz kimselere iyi davranın.” Nisâ sûresi (4), 36 Bu âyet-i kerîmede mü’minlere on görev verilmektedir. Bunlardan birincisi insana herşeyi esirgemeden vermiş olan Allah Teâlâ’ya ibadet etmek ve ona hiçbir şeyi ortak koşmamak. Peygamber Efendimiz, bir hadîs-i şerîfte bu görevimizi, “Allah’ın kulları üzerindeki hakkı” diye ifade buyurmuştur. İkincisi anaya babaya saygıda kusur etmemek ve onlara karşı evlatlık görevini yapmak. Evlatlık görevinin, kulluk görevinin hemen peşinden zikredilmesi üzerinde dikkatle düşünülmelidir. Üstelik bu sıranın daha başka âyetlerde de gözetilmesi son derecede mânalıdır. Üçüncüsü akrabayı koruyup gözetmek ve onlara iyi davranmak. Yukarıda sözünü ettiğimiz önem sırası burada da söz konusudur. Ana babadan sonra kendilerine karşı ahlâkî sorumluluk taşıdığımız kimseler akrabalardır. Tanımadığımız birine yaptığımız yardım bir iyilik sayıldığı hâlde, akrabaya yapılan yardım iki iyilik sayılmaktadır. Dördüncüsü yetimlere sahip çıkmak. Kendilerini himâye eden yakınlarını kaybetmiş olan yetimlere kol kanat germek, onlara sahip çıkmak insânî bir görevdir. Beşincisi fukaraya yardım etmek. Zaruri ihtiyaçlarını giderecek maddî imkâna sahip olmayanların sıkıntısını gidermek, bu imkâna sahip olanların Allah’a şükran borcudur. Altıncısı yakın komşuya iyilik etmek. Evi bize yakın olan veya hem yakın komşu, hem akraba, hem de din kardeşi olan kimselere el uzatmak Allah Teâlâ’yı hoşnut eder. Aşağıdaki hadislerde bu konu işlenecektir. Yedincisi uzak komşuya iyilik etmek. Evi uzak olan veya akrabalık bağı bulunmayan yahut müslüman olmayan kimselere de yardım etmeyi dinimiz tavsiye etmiştir. Sekizincisi yanındaki arkadaşa yardım etmek. Okul arkadaşı, sanat arkadaşı, yol arkadaşı, hatta hayat arkadaşı olan kimseleri koruyup kollamak makbul birer ibadettir. Dokuzuncusu yoldan gelen kimseye ve misafire ikram etmek. Memleketine veya gitmekte olduğu yere ulaşabilecek imkânı bulamamış kimselere yardımcı olmak, onları yurtlarına yuvalarına kavuşturmak ne güzel bir iyiliktir. Onuncusu köle ve câriye gibi himayeye muhtaç olanlara yardım etmek. Kölesi ve câriyesi bulunanlar, onları kendi kardeşleri ve birer Allah emaneti sayacak, yediğinden onlara da yedirecek, giydiğinden giydirecektir. | |
| | | Muhamed Dolaku Antar-aktiv
Numri i postimeve : 3478 Data e regjistrimit : 16/09/2011 Mosha : 78 Nacionaliteti-Sheti : R e Kosovës, Mitrovicë
| Titulli: Re: Riyâzü’s-Sâlihîn - İmâm Nevevî Wed 6 Jun 2012 - 20:20 | |
| Hadisler 305. İbni Ömer ve Âişe radıyallahu anhümâ’dan rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Cebrâil bana komşuya iyilik etmeyi tavsiye edip durdu. Neredeyse komşuyu komşuya mirasçı kılacak sandım.” Buhârî, Edeb 28; Müslim, Birr 140-141. Ayrıca bk. Tirmizî, Birr 28; İbni Mâce, Edeb 4 Açıklamalar Hadîs-i şerîfteki “Neredeyse komşuyu komşuya mirasçı kılacak sandım” ifadesinin anlamı, Cebrâil bu konuda Allah Teâlâ’dan bir emir getirecek ve miras taksiminde -tıpkı akraba gibi- komşuya da hak tanıyacak sandım demektir. Komşularımız, ev halkımızdan sonra yüzlerini en çok gördüğümüz kimselerdir. Bu sebeple onların dindar ve iyi ahlâklı kimseler olması arzu edilir. Fakat kendilerini seçmek elimizde olmadığı için komşularımızın gayri müslim ve kötü ahlâklı olmaları da mümkündür. Kimler komşu sayılır? Bu konuda Hz. Ali’den gelen rivayete göre, birbirlerinin sesini duyacak kadar yakın olan kimseler komşu sayılır. Hz. Âişe meseleye daha geniş bakmış ve evin her cephesinden kırkar hânenin komşuluk hakkı bulunduğunu söylemiştir. Konumuzun başındaki âyet-i kerîmede zaten komşular “yakın komşu ve uzak komşu” diye iki grupta ele alınmıştır. Üzerimizde en fazla hakkı olan komşu, bu âyet-i kerimede sayılan özelliklerden en fazlasına sahip olan komşudur. Komşuluk hakkı nedir? Komşular bazan bir akraba gibi birbiriyle içli dışlı oldukları için güzel geçinmeleri, birbiri hakkında iyi şeyler düşünüp mutlu olmalarını istemeleri, mallarının ve canlarının zarar görmemesi için gayret etmeleri, komşusu hatalı bir iş yapmaya kalktığında veya bir konuda komşusunun görüşünü almak istediğinde ona doğru yolu göstermeleri başlıca komşuluk haklarıdır. Buna ilave olarak zaman zaman birbirlerine hediye göndermeleri, karşılaştıkları zaman birbirinin yüzüne gülüp selamlaşmaları, yardıma çağırdıkları zaman hemen gitmeleri gibi iyi komşuluk esaslarını saymak mümkündür. Komşunun gayri müslim olması, bir müslümana, ona karşı komşuluk hakkını gözetmeme yetkisini vermez. Komşunun yahudi, hıristiyan veya hiçbir dine inanmayan bir müşrik olması bu prensibi değiştirmez. Taberânî’nin rivayet ettiği bir hadîse göre Peygamber Efendimiz, üzerimizdeki haklarına göre komşuları üçe ayırmıştır: Bir hakkı olan komşular: Müşrikler gibi ki, bunların sadece komşuluk hakkı vardır. İki hakkı olan komşular: Müslümanlar gibi ki, bunların hem komşuluk, hem de din kardeşliği hakkı vardır. Üç hakkı olan komşular: Akraba olan müslümanlar gibi ki, bunların hem komşuluk, hem din kardeşliği, hem de akrabalık hakkı vardır (İbni Hacer, Fethü’l-bârî, X, 456). Abdullah İbni Amr İbni Âs bir koyun kestirmişti. Hizmetçisine: “Yahudi komşumuza verdin mi? Yahudi komşumuza verdin mi?” diye telaşla sorduktan sonra, konu başlığımız olan hadîs-i şerîfi okuyarak bunu Hz. Peygamber’den bizzat duyduğunu söylemişti (Buhârî, el-Edebü’l-müfred, s. 52, bâb 57). Komşuluk hakkını gözetmeyenlerin mükemmel bir imâna sahip olmadıkları, aşağıda gelecek hadislerde görülecektir. Peygamber Efendimiz’in “Allah’a ve âhiret gününe inanan bir kimse komşusuna eziyet etmesin, iyilik etsin” buyruğu, iyi mü’minin iyi komşuluk yapan kimse olduğunu göstermektedir. Hadisten Öğrendiklerimiz 1. Komşuluk hakkı, saygı duyularak gözetilmesi gereken önemli bir görevdir. 2. Cebrâil aleyhisselâm’ın gelip gittikçe bu konu üzerinde ısrarla durması ve Peygamber Efendimiz’in komşunun komşuya mirasçı kılınacağını zannetmesi çok anlamlıdır. 3. Komşularla iyi geçinmeli, onlara zarar vermemeli, sevinç ve kederlerine ortak olmalıdır. | |
| | | Muhamed Dolaku Antar-aktiv
Numri i postimeve : 3478 Data e regjistrimit : 16/09/2011 Mosha : 78 Nacionaliteti-Sheti : R e Kosovës, Mitrovicë
| Titulli: Re: Riyâzü’s-Sâlihîn - İmâm Nevevî Wed 6 Jun 2012 - 20:20 | |
| 306. Ebû Zer radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Ey Ebû Zer! Çorba pişirdiğin zaman suyunu çok koy ve komşularını gözet!” Müslim, Birr 142. Ayrıca bk. İbni Mâce, Et`ıme 58; Tirmizî, Et`ıme 30 Müslim’in Ebû Zer’den diğer bir rivayeti şöyledir: Dostum Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bana şöyle vasiyet etti: “Çorba pişirdiğin zaman suyunu çok koy. Sonra da komşularını gözden geçir ve gerekli gördüklerine güzel bir şekilde sun!” Müslim, Birr 143 Açıklamalar Komşuların birbiri üzerinde hakları vardır. İçlerinden birinin aç açık kalması hâlinde diğerleri bundan sorumludur. Resûlullah Efendimiz “Allah’a ve âhiret gününe imân eden komşusuna iyilik etsin” buyurduğuna göre, komşuyu koruyup gözetmek, sıkıntısını gidermeye çalışmak mü’min olmanın bir gereğidir. Bu hadîs-i şerîfte yemeklerin en sâdesi olan çorbadan bahsedilmesi mecâzîdir. Hiçbir şeyin olmasa da sadece çorban bulunsa bile, komşularına ondan da bir pay ayır, denmek istenmiştir. İmkânın ne kadar kıt olursa olsun, komşularını şöyle bir gözden geçir ve o çorbaya ihtiyacı olanlara gönder, anlamınadır. Varlıklı kimseler, evlerinde sık sık yendiği hâlde fakirlerin tadamayacağı güzel yiyecekleri onlara ikrâm etmekle, Allah’ın lutfettiği zenginliğe en güzel şekilde şükretmiş olurlar. Çorbaya su katma ifadesinde ince bir mâna daha vardır. Çorbaya su katıldığı zaman, yemeğin tadı ve nefâseti büyük ölçüde kaybolur. Efendimiz bu sözüyle, etrafındaki yoksulların karnı açken senin ağız tadı, damak zevki araman uygun olmaz. Sen zevk peşinde koşacak adam değilsin. Sen mü’minsin. Açları, yoksulları sen gözeteceksin, komşun açken tok yatamazsın demektir. Nitekim Resûl-i Ekrem Efendimiz “Komşusu açken tok yatan kimse mü’min değildir” buyurmuştur (Heysemî, Mecme`u’z-zevâid, VIII, 167). Pişirilen yemek ne kadar basit ve sâde olursa olsun, pişerken etrafa yaydığı koku, aç insanlar üzerinde en nefis yemek tesiri bırakır. Hele çocukların o yemeğe duydukları özlemi dile getirmeleri, yoksul anne babayı derin kederlere boğar. Böyle bir durumda kapılarının çalınıp o yemeğin kendilerine ikrâm edilmesi, fakir komşuyu minnettar bırakır. Varlıklı komşularına karşı gönüllerinde derin bir sevgi ve muhabbet meydana gelir. Bir tabak yemek onları birbirine sevgiyle bağlar. Hadisten Öğrendiklerimiz 1. Komşuların birbiri üzerinde hakları vardır. 2. Yoksul komşusunu gözetmek, varlıklı insanların görevidir. 3. Komşuların birbiriyle hediyeleşmesi, aralarında sevgi bağı oluşturur. | |
| | | Muhamed Dolaku Antar-aktiv
Numri i postimeve : 3478 Data e regjistrimit : 16/09/2011 Mosha : 78 Nacionaliteti-Sheti : R e Kosovës, Mitrovicë
| Titulli: Re: Riyâzü’s-Sâlihîn - İmâm Nevevî Wed 6 Jun 2012 - 20:20 | |
| 307. Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Peygamber aleyhisselâm: - “Vallâhi imân etmiş olmaz. Vallâhi imân etmiş olmaz. Vallâhi imân etmiş olmaz” buyurdu. Sahâbîler: - Kim imân etmiş olmaz, yâ Resûlallah? diye sordular. - “Yapacağı fenalıklardan komşusu güven içinde olmayan kimse!” buyurdu. Buhârî, Edeb 29; Müslim, Îmân 73. Ayrıca bk. Tirmizî, Kıyâmet 60 Müslim’in bir rivayetine göre ise: “Yapacağı fenalıklardan komşusu güven içinde olmayan kimse cennete giremez” buyurdu. Müslim, Îmân 73 Açıklamalar Cebrâil aleyhisselâm’ın komşuya iyi davranma konusundaki devamlı tavsiyesi, Peygamber Efendimiz’i “Acaba komşular birbirine mirasçı mı kılınacak?” diye düşündürmüştü. Halbuki vahiy meleğinin maksadı, komşuların birbirine akraba kadar yakın ve samimi olması gereğini vurgulamak, karşılıklı bir anlayış ve güven içinde bulunması icap ettiğini ortaya koymaktı. Komşuların karşılıklı bir güven ve emniyet içinde olmaması, güzel dinimizin yerleştirmek istediği bu anlayışa ne kadar aykırıdır. İşte bu sebeple Resûl-i Ekrem Efendimiz, şerrinden komşusu emin olmayan kimsenin imânında hayır bulunmadığını yeminle, üstelik üç defa tekrarlayarak belirtmiştir. Cennete girmek bütün mü’minlerin en büyük arzusudur. Zira Allah Teâlâ’nın iyi kulları için hazırladığı sayısız nimetler oradadır. Bu nimetlerin en üstünü olan Cenâb-ı Hakk’ın cemâlini seyretmek, ancak cennete girmekle mümkündür. Komşusuna güven vermemek, onu hep şüphe ve tedirginlik içinde bırakmak ve hele ona zulüm ve fenalık yapmak insana cenneti kaybettirecek kadar büyük bir günahtır. Bu hadîs-i şerîf gösteriyor ki, komşuya eziyet eden kimse doğrudan cennete giremeyecektir. Herkes cennete girmeye başladığı zaman, onun girmesi engellenecektir. Eğer Allah Teâlâ onu affetmezse, cezasını tamamlayana kadar cehennemde kalacaktır. Komşuya zulmeden kimse, yaptığı bu haksızlığın hiçbir günahı olmadığını kabul ediyorsa, o mutlaka cehenneme girecek ve cezasını görecektir. Hadisten Öğrendiklerimiz 1. Bir hükmü teyit etmek ve önemini belirtmek için -Peygamber Efendimiz’in yaptığı gibi- yemin edilebilir. 2. Komşusuna güven vermeyen, onu rahatsız eden kimsenin imânı son derece zayıftır. 3. Komşusuyla iyi geçinen kimsenin iyi bir imân ve güzel bir ahlâk sahibi olduğu anlaşılır. | |
| | | Muhamed Dolaku Antar-aktiv
Numri i postimeve : 3478 Data e regjistrimit : 16/09/2011 Mosha : 78 Nacionaliteti-Sheti : R e Kosovës, Mitrovicë
| Titulli: Re: Riyâzü’s-Sâlihîn - İmâm Nevevî Wed 6 Jun 2012 - 20:21 | |
| 308. Yine Ebû Hüreyre radıyallahu anh’ den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Ey müslüman kadınlar! Komşu hanımlar birbiriyle hediyeleşmeyi küçümsemesin! Alıp verdikleri şey bir koyun paçası bile olsa!..” Buhârî, Hibe 1, Edeb 30; Müslim, Zekât 90. Ayrıca bk. Tirmizî, Velâ’ 6 Açıklamalar Hadisimiz komşuların birbiriyle hediyeleşmesini tavsiye ediyor. Tirmizî’deki rivayet, konumuza daha fazla açıklık getiriyor. Buna göre Resûl-i Ekrem Efendimiz şöyle buyuruyor: - “Birbirinize hediye veriniz. Çünkü hediye gönüllerdeki dargınlığı yok eder. Komşu hanımlar birbiriyle hediyeleşmeyi küçümsemesin! Alıp verdikleri şey azıcık bir koyun paçası bile olsa!..” Efendimiz, özellikle mü’min hanımların komşularıyla hediyeleşmesini istemekte, hediye edilecek şeyin değerli veya değersiz olmasının hiçbir önemi bulunmadığını hatırlatmakta, pişirdikleri yemek son derece sade olsa bile “canım bundan da hediye mi olurmuş!” diye düşünmeden komşuya göndermelerini tavsiye etmektedir. Cömertlik elde olandan yapılır, anlamında “el-Cûd mine’l-mevcûd” diye güzel bir söz vardır. Hediyenin mutlaka değerli ve pahalı şeylerden olması gerekmez. “Çam sakızı, çoban armağanı” atasözümüz bu mânayı ne iyi ifade eder. Efendimiz’in müslüman hanımlara olan bu tavsiyesi, hem hediye vereni hem de alanı ilgilendirmektedir. Kendisine hediye gönderilen kimsenin, hediyeyi küçük görmemesi istenmektedir. Dünyada hatırlanmak kadar güzel şey yoktur. İnsanın yaşadığı muhitte binlerce insan, yüzlerce komşu varken, bunlardan birinin bizi gönlünden geçirmesi, ailesi için yaptığı yemekten bizim de tadmamızı istemesi ne güzel bir davranış ve vefâ örneğidir. Gönderilen şeyi olduğu gibi, gönderilen miktarı da küçümsememek lâzımdır. “Az veren candan, çok veren maldan” diye boşuna söylenmemiştir. Mâdemki hediye -Peygamber Efendimiz’in buyurduğu gibi- hediye veren kimseye duyulan kin, haset, dargınlık gibi olumsuz duyguları yok edebiliyor, öyleyse komşuların birbirine hediye verip alması gereklidir. Özellikle önemsiz sebeplerden dolayı sık sık birbirine gücenen kapı bir komşuların bu tavsiyeyi her zaman uygulaması lâzımdır. Bu hadîs-i şerîf 126 numarada ayrıca açıklanmıştır. Hadisten Öğrendiklerimiz 1. Hediyeleşmek sünnettir. Peygamber Efendimiz bu sünnetinin, komşu hanımlar tarafından yaşatılmasını istemektedir. 2. Hediye edilen şeyi küçük görüp burun kıvırmak doğru değildir. | |
| | | Muhamed Dolaku Antar-aktiv
Numri i postimeve : 3478 Data e regjistrimit : 16/09/2011 Mosha : 78 Nacionaliteti-Sheti : R e Kosovës, Mitrovicë
| Titulli: Re: Riyâzü’s-Sâlihîn - İmâm Nevevî Wed 6 Jun 2012 - 20:21 | |
| 309. Yine Ebû Hüreyre’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Hiçbiriniz duvarına ağaç çakmak isteyen komşusuna engel olmasın” Ebû Hüreyre hadisi rivayet ettikten sonra oradakilere: Neden bu sünneti yerine getirmekten çekiniyorsunuz? Vallahi ben bu sünneti size benimsetene kadar uğraşacağım, dedi.Buhârî, Mezâlim 20, Eşribe 24; Müslim, Müsâkât 136. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Akdıye 31; Tirmizî, Ahkâm 18; İbni Mâce, Ahkâm 15 Açıklamalar Ebû Hüreyre vali olduğu sırada meydana gelen bir olay sebebiyle, bu hadîs-i şerîfi rivayet etmişti. Orada bulunanlar, bir kimsenin komşunun duvarına ağaç koyarak onu rahatsız etmeye hakkı olmadığını düşünüyorlardı. Fakat buyruk Peygamber aleyhisselâm’dan geldiği için itiraz edemediler. Ama tepkilerini, başlarını yere eğerek gösterdiler. Kendilerine bir Peygamber sünneti anlatılınca müslümanların böyle garip bir tutum içine girmesi Ebû Hüreyre’nin tuhafına gitti. Resûlullah’ın bir sünneti tavsiye edilince, işlerine gelmedi diye müslümanlar nasıl olur da böyle davranabilirdi? Ebû Hüreyre bu tutuma çok kızdı. Ben bu sünneti başınıza vura vura yaptıracağım veya hoşunuza gitmese bile bu Peygamber tavsiyesini sık sık tekrarlayarak başınızı ağrıtacağım, diyerek onları uyardı. Ebû Hüreyre’nin muhâtapları ya sahâbîler veya tâbiîler idi. Peygamber diliyle övülmüş bu iki kutlu neslin, bir hadîs-i şerîf karşısında burun kıvırması veya onu tatbik edilemez bulması elbette düşünülemez. Belki onlar bazı kötü komşuların haksız davranacaklarını, bu insânî buyruğu kötüye kullanacaklarını düşünerek böyle davranmışlardır. Nitekim İslâm âlimlerinin büyük çoğunluğu, bu buyruğun komşuya zarar vermediği takdirde uygulanabileceğini söylemişlerdir. İnşaat yaptıran komşulardan biri, bitişik komşunun duvarından faydalanmak zorunda kalırsa, onun iznini almalıdır. Yapacağı işin bir sakıncası bulunup bulunmadığını en iyi komşusu bileceğine göre, onun kararına saygı duymalıdır. İzin verirse, ona teşekkür ederek bu kolaylıktan faydalanmalıdır; şayet izin vermezse, onu zorlayıp kalbini kırmamalıdır. Hadisten Öğrendiklerimiz 1. Komşular birbiri hakkında iyi şeyler düşünmeli, birbirine müsamahakâr davranmalıdır. 2. Komşunun isteği kendisine zarar vermediği takdirde, diğer komşu onu anlayışla karşılamalıdır. 3. İnsanlar bir sünnetin inceliğini kavramadıkları zaman hemen pes etmemeli, onu anlayacakları şekilde tekrar tekrar anlatmalıdır. | |
| | | Muhamed Dolaku Antar-aktiv
Numri i postimeve : 3478 Data e regjistrimit : 16/09/2011 Mosha : 78 Nacionaliteti-Sheti : R e Kosovës, Mitrovicë
| Titulli: Re: Riyâzü’s-Sâlihîn - İmâm Nevevî Wed 6 Jun 2012 - 20:21 | |
| 310. Yine Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Allah’a ve âhiret gününe iman eden kimse komşusunu rahatsız etmesin. Allah’a ve âhiret gününe iman eden kimse misafirine ikram etsin. Allah’a ve âhiret gününe iman eden kimse ya faydalı söz söylesin veya sussun!” Buhârî, Nikâh 80, Edeb 31, 85, Rikak 23; Müslim, Îmân 74, 75. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Edeb 123; Tirmizî, Kıyâmet 50; İbni Mâce, Edeb 4 Hadîs-i şerîf 311 numaralı hadisle birlikte açıklanacaktır. | |
| | | Muhamed Dolaku Antar-aktiv
Numri i postimeve : 3478 Data e regjistrimit : 16/09/2011 Mosha : 78 Nacionaliteti-Sheti : R e Kosovës, Mitrovicë
| Titulli: Re: Riyâzü’s-Sâlihîn - İmâm Nevevî Wed 6 Jun 2012 - 20:22 | |
| 311. Ebû Şüreyh el-Huzâ`î radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Peygamber aleyhisselâm şöyle buyurdu: “Allah’a ve âhiret gününe iman eden kimse komşusuna iyilik etsin. Allah’a ve âhiret gününe iman eden kimse misafirine ikram etsin. Allah’a ve âhiret gününe iman eden kimse ya faydalı söz söylesin veya sussun!” Müslim, Îmân 77 Açıklamalar Hadisimiz İslâm ahlâkının üç önemli konusunu ele almaktadır. Birincisi komşuya iyi davranmak ve onu hiçbir şekilde rahatsız etmemek. 310 numaralı hadiste zikredilen kaynakların bir kısmında Resûl-i Ekrem Efendimiz’in Allah’a ve âhiret gününe imân eden kimselerin “komşusuna ikram etmesini”, bir kısmında “komşusunu rahatsız etmemesini” tavsiye ettiği, bu hadiste ise “komşusuna iyilik etmesini” öğütlediği görülmektedir. Komşuya yapılacak iyilik ve ikramların neler olduğu Peygamber Efendimiz’e nisbet edilen bazı rivayetlerde tafsilatlı şekilde belirtilmektedir. Buna göre şu davranışlar komşuya iyilik sayılmaktadır: * Borç veya ödünç bir şey isteyince vermek. * Yardım isteyince yardımına koşmak. * Hastalanınca ziyaret etmek. * Maddî sıkıntıya düşünce gözetip kollamak. * Mutlu günlerinde sevincine, kederli günlerinde üzüntüsüne ortak olmak. * Ölünce kabre götürüp defnetmek. * İzni olmadan evinin bitişiğine rüzgârını kesecek şekilde bina yapmamak. * Kokusu komşunun evine gidecek bir yemek yapınca ona da bir miktar göndermek. * Meyva alınca komşuya da hediye etmek, hediye etmeyecekse onu komşuya göstermemek, çocuğunun da o meyvayı dışarıda yiyerek komşu çocuğuna göstermesine meydan vermemek [İbn Hacer, Fethü’l-bârî, X, 460 (Edeb 31); Ali el-Kârî, Mirkât, IV, 391]. İkincisi misafire ikram etmek. İslâm’ın ilk devirlerinde müslümanlar çok fakirdi; büyük geçim sıkıntısı çekerlerdi. O zamanlar misafire ikramda bulunmak, yolluğunu vermek farz kılınmıştı. Fetihler çoğalıp müslümanlar rahat yaşamaya başlayınca, misafire ikram konusu eskisi gibi farz değil, Peygamberimiz’in bir sünneti olarak kabul edilmeye başlandı. Dilimizde yaygın olan “Tanrı misafiri” sözü, aziz milletimizin misafire verdiği değeri, ona gösterdiği itibarı ortaya koymaktadır. Ecdâdımız, misafire ikram edilecek şeylerin aile bütçesini daraltmayacağı anlayışını ortaya koymak için “Misafir kendi kısmetiyle gelir” demişlerdir. Kendi yemeyip misafirine yediren eli dar fakat gönlü geniş insanların, yeteri kadar ikram edemedim diye üzülmemesi için de “Misafir umduğunu değil, bulduğunu yer” demişlerdir. Hâlâ köylerimizde misafirlerin ağırlandığı “oda”lar bulunmaktadır. Hâli vakti yerinde olan köylülerimiz, tanımasalar bile, Tanrı misafirini burada yedirir, yatırırlar. Misafirden para almayı asla düşünmezler. Geleneklerimizi bilmediği için para vermeye kalkanları da ayıplarlar. Misafire ikram konusu 708. hadiste tekrar ele alınacaktır. Üçüncüsü ya faydalı söz söylemek veya susmaktır. Dinimizde insanlara faydalı olmak esastır. İnsanlara faydalı olamayan kimse, başkalarına zarar vermemeye gayret edecektir. Konuşmak isteyen kimse önce düşünmelidir. Söyleyeceği sözün kendisine veya başkasına fayda getirip getirmeyeceğine bakmalıdır. Faydalı ise söylemeli, değilse susmalıdır. Çünkü faydasız söz hem kendine, hem de başkalarına zarar verir. Susmak suretiyle zarardan korunmak da bir faydadır. Ağzımızdan çıkan her sözün hesabını vereceğimizi şu âyet-i kerîme belirtmektedir: “İnsan ne söylerse, mutlaka yanında, ağzından çıkanları yazan bir melek vardır” [Kaf sûresi (50), 18]. Faydasız konuşmalar çoğu zaman bizi günaha götürür. Mânasını düşünmeden söylediğimiz bir söz Allah Teâlâ’yı gücendirebilir; insanları birbirine düşürebilir. Unutmamalıdır ki, büyük günahları hazırlayan da gereksiz ve faydasız konuşmalardır. Dilini tutan, kendini fenalıklardan korumuş olur. “Kendisini ilgilendirmeyen işleri yapmamak, insanın iyi bir müslüman olduğunu gösterir” hadîs-i şerîfi ne derin mânalar ihtiva etmektedir. (bk. 68 numaralı hadis) Yeri gelince doğru ve faydalı söz söylemek ise bir ibadet olur. Yerinde söz söyleyerek bir haksızlığı ortaya koymak, insana Allah rızasını kazandırır. Peygamber Efendimiz bu üç ahlâk esasından her birini ortaya koyarken “kim Allah’a ve âhiret gününe inanıyorsa” buyurmakla bu konuların önemini belirtmek istemiştir. Esasına bakılırsa, Allah’a ve âhiret gününe iman eden kimselerin yapması gereken davranışlar bunlardan ibaret değildir. Resûlullah Efendimiz bu üç tavsiyeyi tutan kimselerin mükemmel bir imâna sahip olduklarını anlatmak istemiştir. Dilin insana ne büyük zararlar verdiği, onun zararından kendini ve başkalarını korumak gerektiği, 1514-1530. hadisler arasında geniş bir şekilde ele alınacak, hadisimiz de 316 ve 707 numarayla tekrar görülecektir. Hadislerden Öğrendiklerimiz 1. Bazı davranışlar insanın mükemmel bir imâna sahip olduğunu gösterir. 2. Komşuya zarar vermemek, daha da iyisi komşuya faydalı olmak mü’minlerin göstereceği bir davranıştır. 3. Misafire elinden geldiğince ikrâm etmek de böyledir. 4. İyi mü’minin ağzından faydalı söz çıkar. Faydalı konuşmayacağını düşünen kimse susmayı tercih etmelidir. | |
| | | Muhamed Dolaku Antar-aktiv
Numri i postimeve : 3478 Data e regjistrimit : 16/09/2011 Mosha : 78 Nacionaliteti-Sheti : R e Kosovës, Mitrovicë
| Titulli: Re: Riyâzü’s-Sâlihîn - İmâm Nevevî Wed 6 Jun 2012 - 20:22 | |
| 312. Hz. Âişe radıyallahu anhâ’dan rivayet edildiğine göre şöyle dedi: - Yâ Resûlallah! İki komşum var. Hangisine hediye vereyim? diye sordum. - “Kapısı sana daha yakın olana ver” buyurdu. Buhârî, Şüf`a 3, Hibe 16, Edeb 32 Açıklamalar Peygamber Efendimiz komşuların hediyeleşmesini tavsiye edince, Hz. Âişe annemiz bir konuyu merak etti. Hediye verirken acaba komşulardan hangisine öncelik tanımalıydı? Veya hangi komşusunu daha çok gözetmeliydi? Bunu öğrenmek için Resûl-i Ekrem Efendimiz’e, iki komşusundan hangisine hediye vermesi gerektiğini sordu. Efendimiz de ona, kapısı daha yakın olanı gözetmesini tavsiye buyurdu. Kapı bir komşular içli dışlı olurlar. Birbirlerine daha sık gider gelirler. Bunun sonucu olarak da komşusunun sevincini ve üzüntüsünü herkesten önce onlar öğrenirler. Bu sevince ve kedere herkesten önce onlar ortak olurlar. İşte bu sebeple yakın komşuların birbirleri üzerindeki hakları daha fazladır. Hediye verirken kapısı bize daha yakın olanın gözetilmesinin bir gerekçesi budur. Bir diğer gerekçesi de, komşunun evine giren yiyecek, içecek cinsinden şeyleri öncelikle onların görmeleri, komşunun mutfağında pişen şeylerin kokusunu herkesten önce onların almalarıdır. Böylesine bir yakınlık, kapı bir komşuları öncelikle gözetmeyi gerekli kılar. Hadisten Öğrendiklerimiz 1. İnsan bir işe başlamadan önce, Hz. Âişe’nin yaptığı gibi, bilmediklerini sorup öğrenmelidir. 2. Bütün komşularına hediye verme imkânına sahip olmayanlar, en yakın komşularına öncelik tanımalıdır. 3. Yakın komşusunun maddî sıkıntı çektiğini bilenler, ona yardım etmelidir. | |
| | | Muhamed Dolaku Antar-aktiv
Numri i postimeve : 3478 Data e regjistrimit : 16/09/2011 Mosha : 78 Nacionaliteti-Sheti : R e Kosovës, Mitrovicë
| Titulli: Re: Riyâzü’s-Sâlihîn - İmâm Nevevî Wed 6 Jun 2012 - 20:22 | |
| 313. Abdullah İbni Ömer radıyallahu anhümâ’dan rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Allah Teâlâ’ya göre arkadaşların hayırlısı, arkadaşına faydalı olandır. Yine Allah Teâlâ’ya göre komşuların hayırlısı, komşusuna faydalı olandır.” Tirmizî, Birr 28 Açıklamalar İyilikle kötülüğü, fayda ile zararı, hayır ile şerri en iyi bilen, şüphesiz Allah Teâlâ’dır. Zira her şeyi olduğu gibi bunları da yaratan O’dur. Bu sebeple de kimin iyi kimin kötü, kimin faydalı veya zararlı olduğunu en doğru şekilde O tesbit edebilir. Yüce Rabbimiz, iyi insan, iyi arkadaş, iyi komşu olmanın ölçüsünü hayırlı ve faydalı olmaya bağlamıştır. İnsanlara ve yakınlarına hayrı ve faydası dokunmayan kimsenin iyi bir insan olamayacağını belirtmiştir. Komşular için de durum böyledir. Komşusu için iyi şeyler düşünen ve her fırsatta ona faydalı olmaya çalışan, komşusuna zarar vermediği gibi, onun uğrayacağı fenalıkları elinden geldiği ölçüde uzaklaştırmaya çalışan kimse, hayırlı komşudur. Hadisten Öğrendiklerimiz 1. İnsan dost, arkadaş ve komşularına faydalı olmalıdır. 2. Onların bulunmadığı zamanlarda bile kendilerini savunmalı, başlarına gelecek zararı engellemeye çalışmalıdır. | |
| | | Muhamed Dolaku Antar-aktiv
Numri i postimeve : 3478 Data e regjistrimit : 16/09/2011 Mosha : 78 Nacionaliteti-Sheti : R e Kosovës, Mitrovicë
| Titulli: Re: Riyâzü’s-Sâlihîn - İmâm Nevevî Wed 6 Jun 2012 - 20:25 | |
| 40. ANA BABAYA İYİLİK VE AKRABAYI ZİYARET
Âyetler 1. “Allah’a ibadet edin ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın. Anaya, babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yanınızdaki arkadaşa, yolcuya ve mâliki bulunduğunuz kimselere iyi davranın.” Nisâ sûresi (4), 36 Bu âyet-i kerîmede mü’minlere on görev verilmektedir. Bunlardan birincisi insana herşeyi esirgemeden vermiş olan Allah Teâlâ’ya ibadet etmek ve ona hiçbir şeyi ortak koşmamak. Peygamber Efendimiz, bir hadîs-i şerîfte bu görevimizi, “Allah’ın kulları üzerindeki hakkı” diye ifade buyurmuştur. İkincisi anaya babaya saygıda kusur etmemek ve onlara karşı evlatlık görevini yapmak. Evlatlık görevinin, kulluk görevinin hemen peşinden zikredilmesi üzerinde dikkatle düşünülmelidir. Üstelik bu sıranın daha başka âyetlerde de gözetilmesi son derecede mânalıdır. Üçüncüsü akrabayı koruyup gözetmek ve onlara iyi davranmak. Yukarıda sözünü ettiğimiz önem sırası burada da söz konusudur. Ana babadan sonra kendilerine karşı ahlâkî sorumluluk taşıdığımız kimseler akrabalardır. Tanımadığımız birine yaptığımız yardım bir iyilik sayıldığı hâlde, akrabaya yapılan yardım iki iyilik sayılmaktadır. Dördüncüsü yetimlere sahip çıkmak. Kendilerini himâye eden yakınlarını kaybetmiş olan yetimlere kol kanat germek, onlara sahip çıkmak insânî bir görevdir. Beşincisi fukaraya yardım etmek. Zaruri ihtiyaçlarını giderecek maddî imkâna sahip olmayanların sıkıntısını gidermek, bu imkâna sahip olanların Allah’a şükran borcudur. Altıncısı yakın komşuya iyilik etmek. Evi bize yakın olan veya hem yakın komşu, hem akraba, hem de din kardeşi olan kimselere el uzatmak Allah Teâlâ’yı hoşnut eder. Aşağıdaki hadislerde bu konu işlenecektir. Yedincisi uzak komşuya iyilik etmek. Evi uzak olan veya akrabalık bağı bulunmayan yahut müslüman olmayan kimselere de yardım etmeyi dinimiz tavsiye etmiştir. Sekizincisi yanındaki arkadaşa yardım etmek. Okul arkadaşı, sanat arkadaşı, yol arkadaşı, hatta hayat arkadaşı olan kimseleri koruyup kollamak makbul birer ibadettir. Dokuzuncusu yoldan gelen kimseye ve misafire ikram etmek. Memleketine veya gitmekte olduğu yere ulaşabilecek imkânı bulamamış kimselere yardımcı olmak, onları yurtlarına yuvalarına kavuşturmak ne güzel bir iyiliktir. Onuncusu köle ve câriye gibi himayeye muhtaç olanlara yardım etmek. Kölesi ve câriyesi bulunanlar, onları kendi kardeşleri ve birer Allah emaneti sayacak, yediğinden onlara da yedirecek, giydiğinden giydirecektir. 2. “Adını anarak birbirinizden bir şeyler istediğiniz Allah’a karşı gelmekten sakının ve akrabalık bağlarına saygı gösterin.” Nisâ sûresi (4), 1 Karşımızdaki insanın bir şeyi ihmâl etmeden yapmasını istediğimizde, genellikle “Allah aşkına şunu yapıver!”, deriz. Araplar akrabalarından bir şey isteyecekleri zaman buna bir de yakınlık bağını ekleyerek “Allah aşkına ve akrabalık adına şunu yapıver!” derlermiş. İşte âyet-i kerîmede “adını anarak birbirinizden bir şeyler istediğiniz” ifadesiyle bu mâna kastedilmiştir. Cenâb-ı Hak bu âyet-i kerîmede müslümanları, ağızlarından çıkan söze dikkat etmeye dâvet ediyor ve buyuruyor ki, mâdemki birbirinizden bir şey isterken bile Allah’ı anıyor ve O’nun hâtırı için işimi yap diyorsunuz, böyle dediğiniz zaman o işin Allah hâtırına yapılacağını düşünüyorsunuz, öyleyse başkalarından önce siz Allah’a saygılı olun ve buyruklarını yapın. Yine mecbur kalınca sığındığınız akrabalık bağına önem verin. Akrabalarla ilgiyi kesmeyin. Zira akrabalarla ilgiyi kesmek Allah’ı gücendirir. İşte o zaman çok zor durumda kalırsınız. Akrabalarla ilgiyi koparan kimseleri bekleyen kötü sonuçlar, aşağıdaki hadislerde görülecektir. 3. “Onlar, gözetilmesini Allah’ın emrettiği şeyleri gözeten, Rablerinden sakınan ve kötü hesaptan korkan kimselerdir.” Ra`d sûresi (13), 21 Kendilerini güzel bir âkıbetin beklediği haber verilen bu üç grup bahtiyardan konumuzla ilgili olanlar, “gözetilmesini Allah’ın emrettiği şeyleri gözeten” kimselerdir. Allah Teâlâ’nın bu kimselerden gözetmelerini istediği şeyler, öncelikle akrabalık bağlarını sürdürmek ve mü’minlerle bir arada dostça yaşamaktır. Bu kimseler akrabaya şefkat besledikleri, muhtaç olanlarına yardım ettikleri, onları koruyup savundukları, başlarına bir kötülük gelmemesi için canla başla çalıştıkları için Allah Teâlâ’nın rızasını kazanmışlardır. 4. “Biz insana ana ve babasına iyilik etmesini emrettik.” Ankebût sûresi (29), 8 Bu âyet-i kerîme Sa`d İbni Ebû Vakkâs radıyallahu anh ile annesi Hamne hakkında nâzil olmuştur. Aşere-i mübeşşere’den olan Hz. Sa`d ilk müslümanlardan biridir. Ya yedinci veya beşinci müslüman odur. On yedi yaşında İslâmiyet’i kabul etmiştir. Sa`d müslüman olunca annesi buna çok üzüldü. Kendisini çok seven oğlunu şöyle tehdit etti: - Sa`d! Eğer kabul ettiğin bu dinden geri dönmezsen, ağzıma bir lokma koymam; açlıktan ölür giderim; sen de ömür boyu “ana kâtili” diye anılırsın. Hamne dediğini yaptı. İki gün iki gece bir şey yemedi. Tâkatten düştü. Bunu gören Sa`d, canı gibi sevdiği annesine şu sözleri söyledi: - Anne! Yüz canın olsa ve bunlar birer birer çıksa, vallahi ben yine de dinimi terk etmem. Artık ister ye, ister yeme! Oğlunun bu kararını gören Hamne, inadından vazgeçti. Bu bilgilerin ışığında âyet-i kerîmeye bakıldığında şu sonuç elde edilmektedir: Anne ve baba kâfir bile olsalar, kendilerine saygı göstermek ve itaat etmek gerekir. Anne ve babaya her konuda itaat etmek gerekir mi? Bu âyetin devamında, şâyet anne ve baba Allah’ı inkâr etmeye ve O’na karşı gelmeye dâvet ederlerse, onların sözünün dinlenmemesi emredilmektedir. Demek oluyor ki, anne ve baba oğlundan Allah’a şirk koşmasını isterse sözleri dinlenmeyecek, ama onun dışındaki buyrukları, elden geldiğince yapılacaktır. 5. “Rabbin şöyle emretti: Sadece Allah’a ibadet edeceksiniz. Ana ve babanıza iyi davranacaksınız. Onlardan biri veya her ikisi senin yanında yaşlanırsa, sakın onlara “of!” bile deme! Onları azarlama! Onlara saygıyla hitap et! Onlara merhamet ederek tevâzu kanadlarını aç da, “Rabbim! Küçüklüğümde onlar beni nasıl şefkatle büyüttülerse, sen de onlara öyle merhamet et, de!” İsrâ sûresi (17), 23-24 Birçok âyet-i kerîmede Allah’a ibadet emrinin hemen peşinden ana ve babaya itaatin gelmesi çok mânalıdır. Bunu şöyle anlamak uygun olur: Sen yüzüne konan bir sineği bile kovamayacak kadar güçsüzken, Allah’ın yetiştirip büyütme, merhamet edip koruma sıfatları onlarda kendini gösterdi. Öyleyse sen öncelikle Allah’ın birliğini kabul edecek, onun peşinden de ana ve babana iyilik ve itaat edeceksin. Onlar senin yanında yaşlanacak olursa, hoşuna gitmeyecek bir hareket yaptıklarında sakın onları azarlama; gönüllerini kırma! Bir zamanlar sen de hoşa gitmeyen işler yaptığında, annen ve baban seni anlayışla karşılardı. Şimdi onlar yaşlandı. Senin çocukluk günlerinde yaptıklarına benzer garip hareketler yapabilirler; yersiz bulacağın sözler söyleyebilirler. Sen de onlara aynı şekilde anlayış göster; şefkatli ve merhametli ol! Bununla da kalma, onlara merhamet etmesi, günahlarını bağışlaması için Cenâb-ı Hakk’a dua edip yalvar! 6. “Biz insana, ana ve babasına iyi davranmayı emrettik. Özellikle de anası nice sıkıntılara katlanarak onu karnında taşımış; emzirmesi de iki yıl sürmüştür. İşte bu sebeple, bana, ana ve babana şükret, diye tavsiye ettik.” Lokman sûresi (31), 14 Birine teşekkür etmenin de bir şekli vardır. Teşekkür edilecek kimseye karşı mütevâzi olunur. Ona duyulan sevgi belirtilir. Yaptığı iyilik anılır ve bundan dolayı kendisine teşekkür edilir. Onun sağladığı imkân, kendisini üzecek ve gücendirecek şekilde kullanılmaz. Ana ve babaya yaptıklarından dolayı teşekkür ederken de bu esasa uymalı, kendilerine tevâzu göstermeli, ne çok sevildikleri hissettirilmeli, bir zamanlar kendisi için ne zahmetlere katlandıkları -fırsat düştükçe- söylenmeli, kendilerine duyulan minnet ifade edilmeli ve onların hoşnut olmayacağı işler yapılmamalıdır. | |
| | | Muhamed Dolaku Antar-aktiv
Numri i postimeve : 3478 Data e regjistrimit : 16/09/2011 Mosha : 78 Nacionaliteti-Sheti : R e Kosovës, Mitrovicë
| Titulli: Re: Riyâzü’s-Sâlihîn - İmâm Nevevî Wed 6 Jun 2012 - 20:27 | |
| Hadisler 314. Ebû Abdurrahman Abdullah İbni Mes`ûd radıyallahu anh şöyle dedi: Peygamber aleyhisselâm’a: - Allah’ın en çok beğendiği amel hangisidir? diye sordum. - “Vaktinde kılınan namazdır” diye cevap verdi. - Sonra hangi ibadet gelir? dedim. - “Ana ve babaya iyilik ve itaat etmek” buyurdu. - Daha sonra hangisi gelir? diye sordum. - “Allah yolunda cihâd etmek” buyurdu. Buhârî, Mevâkît 5, Cihâd 1, Edeb 1, Tevhîd 48; Müslim, Îmân 137-139. Ayrıca bk. Tirmizî, Salât 14, Birr 2; Nesâî, Mevâkît 51 Açıklamalar Allah Teâlâ’nın en fazla beğendiği ibadetlerden üçünü bu hadîs-i şerîften öğrenmekteyiz. Bunlar: Vaktinde kılınan namaz, ana babaya itaat ve Allah yolunda cihaddır. Vaktinde kılınan namazın öncelikle zikredilmesinin sebebi, bu ibadetin önem sırası bakımından imândan hemen sonra gelmesidir. Namaz dinin direğidir. Namazı kılmayan ve namazı önemli bir ibadet olarak görmeyen kimseden, Allah’ın diğer buyruklarına saygı göstermesi de beklenemez. Bu hadise göre bir namazın Allah katında en makbûl ibadet olabilmesi, vakti girince kılınmasına bağlıdır. Vaktinde kılınmayan, ihmâl edilerek son vaktine bırakılan bir namaz, kabul edilmekle beraber, Allah Teâlâ’nın en çok sevdiği bir ibadet olma özelliğini kaybeder. Ana babaya itaat, Cenâb-ı Hakk’ın pek önem verdiği ve kendisine şirk koşulmamasını istedikten hemen sonra tavsiye ettiği önemli bir görevdir. Çocuğunu binbir sıkıntı ile dünyaya getiren, hayata atılacağı zamana kadar yıllar boyu onun eziyetini çeken ana ile baba, şüphesiz her iyiliğe ve en üstün saygıya lâyık insanlardır. Bu sebeple Allah Teâlâ onlara “of!” bile denmemesini emretmektedir. Kendisine sayılamayacak kadar çok iyilik yapmış olan ana ile babanın haklarına saygılı olmayan bir kimsenin, diğer insanların haklarına saygılı olması elbette düşünülemez. Allah yolunda cihâd, dini bilmeyenlere onu öğretmek, bu saâdeti tatmayanların ayağına kadar giderek Allah’a kul olmanın gerçek bahtiyarlık olduğunu anlatmak, İslâm’ın şan ve şerefini devam ettirmek, canla ve malla fedakârlık yapmaya bağlıdır. Sağlığı yerinde, varlığı yolunda olan mü’min, Allah’ın dinine hizmeti en önemli görev kabul etmelidir. Allah’ın dinini lâyık olduğu en yüce mevkie yükseltmek ve kendi tattığı saâdeti başkalarına da taddırmak için gayret etmeyen kimse, Allah rızasını kazanmaya sebep olan diğer ibadetleri kolaylıkla terk edebilir. Düşman maddî güçleriyle sınırlarımıza dayanmışsa veya mânevî yıkım vasıtalarıyla bizi içten çökertmek için evlerimize girmişse, işte o zaman hem malımız ve mülkümüz, hem de dinimiz, imânımız ve namusumuz tehlikede demektir. Maddeten ve mânen ayakta durmak, malımızı ve canımızı ortaya koyarak düşman güçleriyle savaşmaya bağlıdır. Bu durumda “Allah yolunda cihâd etmek” en önemli ibadet olur. 1076 ve 1289 numarayla tekrar okuyacağımız hadisimizi açıklamayı bitirmeden önce şu iki soruya da cevap arayalım: Allah Teâlâ’nın beğendiği ibadetler, acaba bunlardan mı ibarettir? Bu hadisin yukarıda kaydedilen bazı rivayetlerinde Abdullah İbni Mes`ûd’un şöyle dediği belirtilmektedir: - Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bana işte bunları söyledi. Eğer ondan daha fazlasını söylemesini isteseydim, söylerdi. Demek oluyor ki, Allah katında makbûl ibadetler bunlardan ibaret değildir. Nitekim benzeri hadislerde: “insanlara yedirip içirmek”, “herkese selâm vermek”, “insanları eliyle ve diliyle rahatsız etmemek”, “içine günah ve riya karışmamış makbûl bir hac yapmak” en değerli ibadetler olarak zikredilmiştir. İkinci soru da şu: Acaba hadisimizde zikredilen üç ibadet önem sırasına göre mi söylenmiştir? Diğer bir ifadeyle, bu sıra her zaman geçerli midir? Peygamber Efendimiz “hangi ibadet daha üstündür?” şeklindeki sorulara genellikle soranın durumuna, sorunun sorulduğu zamana göre cevaplar vermiştir. Soru soran kimsenin bir konuda ihmâli varsa, onun mânevî hastalığını bilen Efendimiz, ihmâl ettiği ibadeti veya ahlâk esasını öncelikle söylemiştir. Sorunun sorulduğu zamanı da dikkate almıştır. Düşmanın kapıya dayandığı bir sırada nâfile ibadetle uğraşmak uygun olmayacağı için böyle durumlarda “Allah yolunda cihâd” etmenin daha sevap olduğunu söylemiş, kıtlık zamanında ise insanları yedirip içirmeyi öncelikle tavsiye etmiştir. Hadisten Öğrendiklerimiz 1. Allah Teâlâ’nın kulları üzerindeki haklarının en üstünü, ona imândan sonra namaz kılmaktır. 2. Kul haklarının en büyüğü, ana baba hakkıdır. 3. Fedakârlıkların en üstünü, Allah yolunda cihâd etmektir. | |
| | | Muhamed Dolaku Antar-aktiv
Numri i postimeve : 3478 Data e regjistrimit : 16/09/2011 Mosha : 78 Nacionaliteti-Sheti : R e Kosovës, Mitrovicë
| Titulli: Re: Riyâzü’s-Sâlihîn - İmâm Nevevî Wed 6 Jun 2012 - 20:27 | |
| 315.Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Hiçbir evlâd babasının hakkını ödeyemez. Şayet onu köle olarak bulur ve satın alıp âzâd ederse, babalık hakkını ödemiş olur.” Müslim, İtk 25. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Edeb 120; Tirmizî, Birr 8; İbni Mâce, Edeb 1 Açıklamalar Hadîs-i şerîf baba hakkının büyüklüğünü ve bu hakkı ödemenin hemen hemen mümkün olmadığını ifade etmektedir. Peygamber Efendimiz bu hakkın önemini, hayatta kolay meydana gelmeyecek bir olaya bağlayarak anlatmaktadır. Nasıl ki bir insanın köle edilen babasını arayıp bulması ve onu sahibinden satın alıp hürriyetine kavuşturması pek duyulmadık bir olay ise, babasının yaptığı iyilik ve fedakârlıkları bir evlâdın ödemesi de aynı derecede zordur. Evlat babasına ihsanda bulunamaz. Babasını el üstünde tutması, bir dediğini iki etmemesi, ona saygıda kusur etmemesi evlatlık görevidir. Bu görevini en iyi şekilde yapması, ona elbette hem sevap hem de Allah’ın rızasını kazandıracaktır. Fakat kazandığı bu sevap, bir başkasına yaptığı iyilikten ve fedakârlıktan dolayı elde ettiği sevap gibi değildir. Zira başkasına yaptığı iyiliği, mecbur olduğu için değil, sevap kazanmak için yapmıştır. Bu iyiliği yapmasaydı, kendisine niye yapmadın diye sorulmayacaktı. Evlatlık görevini ise mecbur olduğu için yapacak, yaptığı için de Allah’ın hoşnutluğunu kazanacaktır. Bu görevi yapmadığı takdirde de hesaba çekilecektir. Meselenin hukûkî yönüne gelince: Şayet hadîs-i şerîfte anlatılan olay gerçek hayatta meydana gelir ve bir evlâd babasını köle olarak bulup satın alırsa, baba o andan itibaren hürriyetine kavuşur. Evlâdın babasını âzât ettiğine dair sözlü veya yazılı bir belgeye ihtiyaç yoktur. Hadisten Öğrendiklerimiz 1. Babanın evlâdı üzerindeki hakkı, ödenemeyecek kadar büyüktür. 2. Evlâd köle olan babasını satın aldığı andan itibaren baba hürriyetine kavuşur. Evlâdın onu âzâd ettiğini ayrıca belirtmesine gerek yoktur. | |
| | | Muhamed Dolaku Antar-aktiv
Numri i postimeve : 3478 Data e regjistrimit : 16/09/2011 Mosha : 78 Nacionaliteti-Sheti : R e Kosovës, Mitrovicë
| Titulli: Re: Riyâzü’s-Sâlihîn - İmâm Nevevî Wed 6 Jun 2012 - 20:28 | |
| 316. Yine Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Allah’a ve âhiret gününe iman eden kimse misafirine ikram etsin. Allah’a ve âhiret gününe iman eden kimse akrabasına iyilik etsin. Allah’a ve âhiret gününe iman eden kimse ya faydalı söz söylesin veya sussun!” Buhârî, Edeb 85; Müslim, Îmân 74, 75. Ayrıca bk. Buhârî, Nikâh 80, Edeb 31, Rikak 23; Ebû Dâvûd, Edeb 123; Tirmizî, Kıyâmet 50; İbni Mâce, Edeb 4 Açıklamalar Peygamber Efendimiz çok önem verdiği bazı konuları, çoğu zaman çarpıcı ifadelerle ortaya koyar. Bu hadiste de üç ahlâk esasını, imânın iki ana konusuyla destekleyerek sunmaktadır. Müslüman olduğunu söyleyen kimse mutlaka bu üç esasa uysun demektedir. 310 ve 311 numaralı hadislerde, bu üç ahlâk esasına ilâve olarak bir de “komşuya iyilik etmek”ten söz edildiğini görmüştük. Hadisimizin bizden istediği şudur: Ben müslümanım diyen kimse, misafirine iyilik ve ikram etmelidir. Çünkü İslâm dini insanların dayanışmasına çok önem verir. Denebilir ki, İslâmiyet’in bütün emir ve yasakları, insanların birbiriyle yardımlaşmasını ve iyi geçinmesini sağlamak için ortaya konmuştur. Misafiri iyi karşılamak ve maddî imkânlar ölçüsünde ona ikramda bulunmak, bu dayanışma ve yardımlaşmanın bir gereğidir. Müslüman olmanın bir gereği de akrabasıyla ilgisini devam ettirmek ve onlara iyilikte bulunmaktır. Bu ihmâl edilmemesi gereken bir görevdir. Akrabalarıyla ilgiyi koparmak ve onlara kötü davranmak büyük bir günahtır. Akrabaya iyiliğin ölçüsü, onların yakınlık derecesine, ihtiyaç durumlarına, bizim de maddî gücümüze göre değişiklik gösterir. Amcalar, dayılar, teyzeler ve bunların çocukları yakın akrabalardır. Aç açık kalmışlarsa, onları doyurmak, giydirip kuşatmak şart olur. Böyle muhtaç bir durumda değil iseler, zaman zaman kendilerini ziyaret etmek, elden geliyorsa müşkillerini çözmeye çalışmak, mektupla veya telefonla hatırlarını sormak, sevinç ve kederlerine ortak olmak, hiçbir şey yapılamıyorsa selâm vermek veya selâm göndermek suretiyle akrabalık ilgisini devam ettirmek gerekir. Bir diğer ahlâk esası da insanlara faydalı sözler söylemektir. Faydalı söz söyleme imkânına sahip değilse susmaktır. İyi ve hayırlı söz insanı nasıl iyi ve güzele yönlendirirse, kötü ve zararlı sözler de kötü yola ve zararlı davranışlara sevkeder. Bir defasında Peygamber Efendimiz’in ağlamakta olan ashâbına, gözyaşından veya üzüntüden dolayı azâba uğramayacaklarını, fakat dil yüzünden ilâhî azâbı veya merhameti kazanacaklarını söylemesi (Buhârî, Cenâiz 45), konumuzun önemini göstermektedir. Yunus Emre dilin insana neler kazandırıp neler kaybettirdiğini ne güzel anlatmıştır: Dil ola kese savaşı Dil ola kestire başı Dil ola ağulu aşı Bal ile yağ ede bir söz Hadisten Öğrendiklerimiz Mü’min olduğunu söyleyen bir kimsenin uyması gereken önemli ahlâk esaslarından üçü şunlardır: 1. Misafire iyilik ve ikram etmek. 2. Akrabalık bağını iyi bir şekilde sürdürmek. 3. Faydalı söz söylemek veya susmak. | |
| | | Muhamed Dolaku Antar-aktiv
Numri i postimeve : 3478 Data e regjistrimit : 16/09/2011 Mosha : 78 Nacionaliteti-Sheti : R e Kosovës, Mitrovicë
| Titulli: Re: Riyâzü’s-Sâlihîn - İmâm Nevevî Wed 6 Jun 2012 - 20:28 | |
| 317. Yine Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Allah Teâlâ varlıkları yaratma işini tamamlayınca, akrabalık bağı (rahim) ayağa kalkarak: - (Huzurunda) bu duruş, akrabalık bağını koparan kimseden sana sığınanın duruşudur, dedi. Allah Teâlâ: - Pekâlâ, seni koruyup gözeteni gözetmeme, seninle ilgisini kesenden rahmetimi kesmeme râzı değil misin? diye sordu. Akrabalık bağı: - Evet, râzıyım, dedi. Bunun üzerine Allah Teâlâ: - Sana bu hak verilmiştir, buyurdu. Bunları anlattıktan sonra Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: - İsterseniz (bunu doğrulayan) şu âyeti okuyunuz, buyurdu: “Ey münâfıklar! Siz iş başına geçecek olursanız, yeryüzünde fesat çıkarır, akrabalarla ilginizi kesersiniz, değil mi? İşte Allah’ın lânete uğrattığı, kulaklarını sağır, gözlerini kör ettiği kimseler bunlardır” [Muhammed sûresi (47), 22-23]. Buhârî, Tefsîru sûre 47, Edeb 13, Tevhîd 35; Müslim, Birr 16 Buhârî’nin bir rivayetine göre Cenâb-ı Hak şöyle buyurdu: “Ey akrabalık bağı! Seni gözeteni gözetirim. Seninle ilgiyi kesenden ben de ilgimi keserim.” Buhârî, Edeb 13 Açıklamalar Peygamber Efendimiz anlaşılması zor konuları zaman zaman câzip misâllerle anlatmıştır. Akrabalık bağı sözü de, herkesin kolayca anlamayacağı bir mefhûmdur. Bu sebeple Efendimiz onu temsîlî bir anlatım ve canlı bir örnekle öğretmek istemiştir. Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem bize demiştir ki, akrabalık bağı dediğimiz rahim şayet bir canlı olsaydı, Allah Teâlâ’nın huzurunda ayağa kalkar, kendisiyle ilgisini kesenlerden Allah’a sığınır ve onları Cenâb-ı Hakk’a şikâyet ederdi. Akrabalık bağına çok değer veren Allah Teâlâ da ona, hadîs-i şerîfte geçtiği şekilde, haklar tanır ve değer verirdi. Meselenin bir açıklaması budur. Şuna eminiz ki, Cenâb-ı Hakk’ın herşeye gücü yeter. Bu sebeple hadiste tasvir edilen manzaranın aynen yaşanması da mümkündür. Zira Allah Teâlâ herşeyi melekleri vasıtasıyla yönetir. Olabilir ki, kâinât yaratıldığı zaman, akrabalık bağını temsilen bir melek ayağa kalkmış, akrabasını unutup terk edecek olanlardan Kâinâtın Sahibi’ne sığınmış ve onların vefasızlığından şikâyette bulunmuştur. Allah Teâlâ da onu teskin ederek hakkını bizzat koruyacağını vaad buyurmuş, akrabasını unutmayanları rahmet ve ihsânıyla mutlu edeceğini, akarabasını unutanları da rahmet ve ihsanından uzak tutacağını söylemiştir. Bu da meselenin bir başka açıklamasıdır. Aslında bu olayın yaşanıp yaşanmaması bizim için önemli değildir. Önemli olan, bize bunu anlatmak için Allah Teâlâ’nın veya Peygamber Efendimiz’in tuttuğu yol ve üslûptur. Demekki akrabalık bağı, korunup gözetilmesi ve asla ihmâl edilmemesi gereken pek önemli bir vazifedir. Denebilir ki, akrabalık bağı niçin rahim kelimesiyle anlatılmıştır? Bunun cevabı şudur: Birbirine akraba olan kimseler, bu akrabalığın kaynağını araştırmak, nerede başladığını, kaç nesildir devam ettiğini öğrenmek için eskilere doğru bir yolculuk yapsalar, sonunda akrabalığın bir anada yani bir rahimde son bulduğunu, diğer bir ifadeyle, akrabalığın bu rahimden başlayıp geldiğini görürler. Demekki akrabalığı sağlayan şey rahimdir. Hadis bize şunu anlatmaktadır: İnsanlar arasında akrabalık bağını Allah Teâlâ’dır. Bu bağın ve sıcak ilginin devam ettirilmesini isteyen de O’dur. Birbirlerine nikâh düşmeyecek kadar yakın olanların, hatta bir görüşe göre kan bağıyla bağlı bulunanların akrabalık bağını devam ettirmesi farzdır. Onların birbirleriyle ilgiyi kesmesi günahtır. Akrabalarla ilgisini devam ettirenlerden Cenâb-ı Hak râzı olacak, onlara nimetlerini bol bol ihsan edecektir. Akrabası ile ilgisini kesen kimselerden de şefkat ve merhametini, nimet ve ihsânını kesecek ve onları dünyada ve âhirette perişan edecektir. Hadisten Öğrendiklerimiz 1. Allah Teâlâ akrabalık bağına çok önem vermekte, akrabaların birbirini ihmâl etmemesini arzu etmektedir. 2. Akraba ile iyi geçinmek, onları ziyaret etmek, muhtaç olanlarına yardım etmek en önemli görevlerimizden biridir. 3. Akrabasını ihmâl etmeyenler, Allah’ın rızâsını kazanır, O’nun lutuf ve yardımını görürler. 4. Akrabasıyla ilgisini kesenler, Allah’ın rahmet ve ihsânından mahrum kalırlar. | |
| | | Muhamed Dolaku Antar-aktiv
Numri i postimeve : 3478 Data e regjistrimit : 16/09/2011 Mosha : 78 Nacionaliteti-Sheti : R e Kosovës, Mitrovicë
| Titulli: Re: Riyâzü’s-Sâlihîn - İmâm Nevevî Wed 6 Jun 2012 - 20:28 | |
| 318. Yine Ebû Hüreyre radıyallahu anh şöyle dedi: Bir adam Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e gelerek: - Kendisine en iyi davranmam gereken kimdir? diye sordu. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: - “Anan!” buyurdu. Adam: - Ondan sonra kimdir? diye sordu. - “Anan!” buyurdu. Adam tekrar: - Ondan sonra kim gelir? diye sordu. - “Anan!” dedi. Adam tekrar: - Sonra kim gelir? diye sordu. Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem: - “Baban!” cevabını verdi. Buhârî, Edeb 2; Müslim, Birr 1. Ayrıca bk. İbni Mâce, Vesâyâ 4; Ebû Dâvûd, Edeb 120; Tirmizî, Birr 1 Bir rivayete göre o adam: - Ey Allah’ın Resûlü! Kendisine en iyi davranılması gereken kimdir? diye sordu. Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem: - “Anan, sonra anan, daha sonra yine anan, sonra baban, sonra da sana en yakın olan akraban” buyurdu. Müslim, Birr 2 Açıklamalar Peygamber Efendimiz’e bu soruyu yönelten kimsenin veya yöneltenlerden birinin Muâviye İbni Hayde adlı sahâbî olduğu anlaşılmaktadır. Peygamber Efendimiz kendisine en iyi davranılması gereken kimsenin ana olduğunu söylemekte, hatta onun bu iyi muameleyi, babaya nispetle üç misli daha fazla hak ettiğini belirtmektedir. Çünkü anne babaya kıyasla çocuğu karnında taşıma, dünyaya getirme ve emzirme gibi üç farklı ve pek sıkıntılı işi üstlenmiş durumdadır. Ayrıca çocuğu yetiştirip terbiye etme konusunda babadan hiç de geri kalmamaktadır. İşte bu ve benzeri sebepler, evlâdın saygısına, iyilik ve ikrâmına annenin daha fazla lâyık olduğunu göstermektedir. Bazı İslâm âlimleri, kendilerine iyilik yapma ve iyi davranma konusunda anne ile baba arasında fark bulunmadığını ileri sürmüşlerdir. Mâlik İbni Enes’in bu konudaki bir tavsiyesi, böyle düşünenleri cesaretlendirmiştir. Bir adam İmâm Mâlik’e sormuş: - Babam beni yanına çağırıyor, annem de gitmeme engel oluyor. Hangisinin sözünü tutayım? İmâm Mâlik de: - Babanın sözünü dinle, annene de karşı gelme! cevabını vermiş. Anne ile babaya aynı derecede iyilik edilmesi sonucunu İmâm Mâlik’in bu ifadesinden çıkarmak kolay değildir. Aynı soru İmâm Mâlik’in akrânı, hatta ondan beş yıl önce vefat eden büyük muhaddis Leys İbni Sa`d’a sorulmuş, o da: - Annenin sözünü dinle; çünkü o iyilik ve ikrâma üçte iki nisbetinde daha fazla hak sahibidir” cevabını vermiştir. Üçte iki dediğine göre, belliki “anan” sözünün iki defa tekrarlandığı rivayetlere bakarak böyle cevap vermiştir. Hadisimizin sonundaki “sonra da sana en yakın olan akraban” ifadesini nasıl anlamak gerektiğine şu rivayet bir ölçüde ışık tutmaktadır: “Annene, babana, sonra kızkardeşine ve erkek kardeşine...” (Ebû Dâvûd, Edeb 120). Dede ile kardeşten hangisi daha yakındır? sorusu tartışılmış, dedenin daha yakın olduğu görüşü ağırlık kazanmıştır. Hadisten Öğrendiklerimiz 1. Kendisine en fazla iyi davranılması, iyilik edilmesi gereken kimse annedir. Zira çocuğun dünyaya getirilmesinde ve büyütülmesinde en fazla çile çeken odur. 2. Saygıya, iyilik ve itâate anneden sonra en fazla lâyık olan babadır. 3. Akrabaya iyilik ve ikram edilirken yakından uzağa doğru bir sıra gözetilmelidir. | |
| | | Muhamed Dolaku Antar-aktiv
Numri i postimeve : 3478 Data e regjistrimit : 16/09/2011 Mosha : 78 Nacionaliteti-Sheti : R e Kosovës, Mitrovicë
| Titulli: Re: Riyâzü’s-Sâlihîn - İmâm Nevevî Wed 6 Jun 2012 - 20:29 | |
| 319. Yine Ebû Hüreyre’den rivayet edildiğine göre Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Anne ve babasına veya onlardan sadece birine yaşlılık günlerinde yetişip de cennete giremeyen kimse perişan olsun, perişan olsun, perişan olsun” Müslim, Birr 9, 10 Açıklamalar Anne ve baba hangi yaşta bulunursa bulunsun, evlâdın onlara karşı görevlerini yapması gerekir. Anne, baba varlıklı olabilir; evlâdının parasına puluna ihtiyaç duymayabilir. Hatta kendilerine bakan, işlerini gören hizmetkârları da bulunabilir. Bu durumda evlâda düşen görev, onların gönlünü almak; isteklerini yerine getirmektir. Çünkü paranın herşeye gücü yetmez. Sevgi dolu bir bakış, candan bir davranış, muhabbetle kucaklayış parayla alınabilecek şeyler değildir. Hadisimizde hayırsız bir evladın acıklı âkıbetinden söz edilmektedir. Anne ve babasının veya onlardan birinin ihtiyarlık zamanına yetişip de kendilerine evlâtlık vazifesini yapamadığı için cennete giremeyen bir zavallının acıklı sonu anlatılmaktadır. Böylesi bir kimse anne ve babasına veya onlardan birine şefkat ve merhamet göstermediği, elindeki imkânı onlarla paylaşmadığı için Allah Teâlâ’nın merhametini kaybetmiş, sonuç itibariyle zillete ve sıkıntıya düşmeyi, perişan olup gitmeyi haketmiştir. Evlât çocukluk günlerinde güçsüzdü. Ne karnını doyurabilmek için parası, ne de yiyeceklerini ağzına götürebilecek idrâki ve kuvveti vardı. Anne ve baba sâyesinde büyüdü, gelişti, iş güç sahibi oldu. Şimdi evlat güçlendi; fakat ilâhî takdirin gereği, bu defa anne ve baba güçsüz kaldı. Sadece güçsüz kalmadı; tıpkı o evlâdın idrâkten ve anlayıştan yoksun olduğu günlerdeki gibi idrâkleri zayıfladı; büsbütün çocuklaştılar. Anne ve babası veya onlardan sadece biri bu durumda olan evlât, vaktiyle onların kendisine gösterdiği anlayışın yarısı kadar hoşgörülü olsaydı, şüphesiz ondan hem anne ve babası, hem de Allah Teâlâ râzı olacaktı. Ne yazıkki evlâdın anlayışlı olmaması ve bu sebeple görevini lâyıkıyla yapmaması, ona, ayağına kadar gelmiş olan cenneti kaybettirdi. Şayet kendisinden bahsettiğimiz kimse iyi bir evlat olsaydı, nice sıkıntılarına katlanarak kendisini yetiştirenlere vefa borcunu öder, sonra da el açıp -âyet-i kerîmede tavsiye edildiği üzere- şöyle niyâz ederdi: “Rabbim! Onlar beni küçüklüğümde nasıl koruyarak büyüttülerse, şimdi sen de onlara öyle merhamet et!” [İsrâ sûresi (17), 24]. Hadisten Öğrendiklerimiz 1. Anne ve baba hangi yaşta olursa olsun, onlara iyilik etmelidir. 2. Yaşlandıkları zaman yardıma ve himâyeye daha çok muhtaç oldukları için kendilerini dâimâ kollayıp gözetmelidir. 3. Anne ve babaya karşı gelmek, onlara fena davranmak, Cenâb-ı Hakk’ın gazabını çekecek büyük günahlardan biridir. | |
| | | Muhamed Dolaku Antar-aktiv
Numri i postimeve : 3478 Data e regjistrimit : 16/09/2011 Mosha : 78 Nacionaliteti-Sheti : R e Kosovës, Mitrovicë
| Titulli: Re: Riyâzü’s-Sâlihîn - İmâm Nevevî Wed 6 Jun 2012 - 20:29 | |
| 320. Yine Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre bir adam: - Yâ Resûlallah! Benim akrabam var. Ben kendilerini ziyaret ediyorum, onlar bana gelip gitmiyorlar. Ben onlara iyilik ediyorum, onlar bana kötülük ediyorlar. Ben onlara anlayışlı davranıyorum, onlarsa bana kaba davranıyorlar, dedi. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: - “Eğer dediğin gibi isen, onlara sıcak kül yutturmuş oluyorsun. Sen böyle davrandıkça, Allah’ın yardımı seninledir.” Müslim, Birr 22 Açıklamalar 649 numara ile tekrar okuyacağımız bu hadîs-i şerîfte Resûl-i Ekrem Efendimiz’in teşbihle anlatımını görüyoruz. Sıcak kül yiyen bir adam, korkunç bir ıstırap çeker. Midesi yanmaya, bağırsakları kavrulmaya ve aşırı derecede susuzluk duymaya başlar. Ne kadar su içerse içsin, harareti bir türlü sönmez. Akrabasının anlayışsızlığına göz yuman, kötülüğünü iyilikle karşılayan, kabalığını bağışlayan bir kimse, ilâhî emre uymanın ve onu uygulamanın derin hazzını ve huzurunu tadarken, ona kötü davranan yakınları, yaptıklarından dolayı bir müddet sonra elem duymaya başlarlar. Bu asîl davranış karşısında ezilir, perişan olur, yerin dibine geçerler. Böyle bir duruma göre sıcak kül teşbihinin anlamı, sen onların yüzüne sıcak kül serpiyor ve yüzlerini kül rengine buluyorsun, demektir. Sıcak kül yedirme teşbihini daha farklı şekilde anlayanlar da vardır. Buna göre Peygamber Efendimiz o kimseye, senin yaptığın iyilikler ve onlara yedirdiğin nimetler, ileride sıcak kül gibi onların mide ve bağırsaklarını yakacaktır, demek istemiştir. Güzel dinimiz, iyilik yapana teşekkür edilmesini emretmiş, böyle davranmakla Allah Teâlâ’ya da şükredilmiş olacağını belirtmiştir. Akrabasının getirip verdiği nimetlerden faydalandığı hâlde, ona teşekkür etmek şöyle dursun, üstelik bir de fenalık yapan nankör kimse, Allah’a da şükretmiyor demektir. Böyle birinin yedikleri haramdır. Bu haram onun karnında bir ateş olup kendisini perişan edecektir. Demek oluyor ki, sen onlara sıcak kül yediriyorsun sözünün anlamı, sen onlara ateş yediriyorsun anlamına gelmektedir. Sahîh-i Müslim’deki rivayette, buraya alınmayan bir cümle daha vardır. Resûlullah Efendimiz, akrabasının vefasızlığından bahseden bu zâta şu sözleri de söylemiştir: “Eğer sen bu şekilde davranmaya devam edersen, onlara karşı senin yanında Allah Teâlâ’nın görevlendireceği bir yardımcı dâimâ bulunacaktır.” Meşhur atasözümüz ne kadar doğruymuş: “İyilik yap, denize at; balık bilmezse, Hâlık bilir.” Hadisten Öğrendiklerimiz 1. Akrabaları ziyaret etmek, onlarla ilgiyi kesmemek dinî bir görevdir. 2. Akrabalar bizi ziyaret etmese, iyiliklerimize cevap vermese bile onlarla bağımızı koparmamalıyız. 3. Akrabasının iyiliklerine karşılık vermeyip onlarla ilgisini kesenler, ilâhî cezayı haketmiş olurlar. | |
| | | Muhamed Dolaku Antar-aktiv
Numri i postimeve : 3478 Data e regjistrimit : 16/09/2011 Mosha : 78 Nacionaliteti-Sheti : R e Kosovës, Mitrovicë
| Titulli: Re: Riyâzü’s-Sâlihîn - İmâm Nevevî Wed 6 Jun 2012 - 20:30 | |
| 321. Enes radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Rızkının çoğalmasını, ömrünün uzamasını isteyen kimse, akrabasını kollayıp gözetsin.” Buhârî, Edeb 12, Büyû` 13; Müslim, Birr 20, 21. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Zekât 45 Açıklamalar Resûl-i Ekrem Efendimiz’in bu hadîs-i şerîfte belirttiğine göre, akrabayı kollayıp gözetmenin insana sağlayacağı iki önemli fayda vardır. Bu faydalardan biri rızkın artması, diğeri ömrün uzamasıdır. Halbuki bildiğimize göre rızıklar da, eceller de takdir ve tâyin edilmiştir. Onların artması da azalması da mümkün değildir. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: “Ecelleri gelince ne bir an geri kalırlar, ne de bir an ileri gidebilirler” [A`râf sûresi (7), 34]. İlk bakışta hadisimizin bu âyete ters düştüğü sanılabilir. Fakat çelişkili görülen bu durumu birkaç şekilde açıklamak mümkündür. Birinci açıklama şöyle yapılabilir: Hadiste sözü edilen “ömür uzaması”, kinâyeli bir anlatım olabilir. O takdirde hadisi şöyle anlamak gerekir: Allah Teâlâ akrabalarını görüp kollayan kimseyi bol bol ibadet etmeye, hayırlı işler yapmaya muvaffak kılar. O da ömrünü boşa geçirmez; âhirette kendisine faydalı olacak işler yapar. Ölümünden sonra insanlar onu hayırla anarlar. Böylece o kimse, yaşıyormuş gibi sevap kazanmaya devam eder. Sadaka-i câriye hadisinde sözü edilen ve öldükten sonra bile insana sevap kazandıran işleri yaparak geride herkesin faydalanacağı güzel bir ilim ve değerli kitaplar bırakabilir. Veya herkesin faydalanacağı yapılar inşâ edebilir. Böylece adı sanı kolay kolay unutulmaz, uzun yıllar hayırla anılır. Uzun bir ömre sığabilecek bu şeyleri yapmasına izin vermekle Allah Teâlâ onun ömrünü uzatmış olur. Yahut o kimse hayırlı evlatlar yetiştirebilir. O evlatlar vasıtasıyla hayırları devam eder. İkinci açıklama: Rızkın artması ve ömrün uzaması ifadeleri, kinâye değil hakikat olabilir. O takdirde ömrün uzaması sözünü şöyle anlamak gerekir: Âyette ifade edilen “ecelin bir an geri kalmaması veya ileri gitmemesi” konusu Allah Teâlâ’nın ilmine göredir. Onun ilmi değişmez. Eceli nasıl tâyin etmişse ve bunu nasıl biliyorsa, o aynen meydana gelir. Değişecek olan ise meleğin bilgisidir. Kâinâtı melekleri vasıtasıyla yöneten Allah Teâlâ, ömür işlerini de bir meleğin sorumluluğuna vermiştir. Olabilir ki Allah Teâlâ ömürle ilgili meleğe şu tâlimâtı vermiştir: “Eğer falan adam akrabalarını koruyup gözetirse, ömrü yetmiş sene olsun. Akrabalarıyla ilgisini keserse, ömrü altmış sene olsun.” Buna göre değişen ömür, meleğin bildiği ömürdür. Çünkü melek bir kimsenin ileride akrabasıyla ilgilenip ilgilenmeyeceğini bilemez. O ancak olup biteni bilir. İşte artıp eksilecek olan, meleğin bildiği ömürdür. Şu âyet bunu göstermektedir: “Allah dilediğini silip yok eder. Dilediğini de olduğu gibi bırakır. Bütün kitapların aslı O’nun yanındadır” [Ra`d sûresi (13), 39]. Bütün kitapların aslı sözüyle kastedilen, Levh-i mahfûz’dur. Acaba Resûl-i Ekrem’in bu ifadesi kinaye mi, yoksa hakikat mıdır? Birçok âlime göre bu sözler kinâyedir. Öyle olunca, yukarıda da anlatıldığı üzere hadisin mânası, Cenâb-ı Hak sıla-i rahim yapan kimsenin güzel ve faydalı işler yapmasına yardım eder, demektir. Üçüncü açıklama: Bazıları bu ifadeyi, “Allah Teâlâ akrabasını gözeten kimsenin aklını ve anlayış kabiliyetini hastalıklardan korur” şeklinde anlamış; bazıları da bunu “rızkın ve ilmin bereketli, vücudun sağlam olması” tarzında izah etmişlerdir. Rızkın çoğalmasını, ömrün uzamasını bereket olarak kabul edenler, bunu sadaka hadisiyle açıklamaya çalışmışlardır. Bilindiği gibi sadaka malı bereketlendirmek suretiyle çoğaltır. Sıla-i rahim de bir sadaka olduğuna göre o da malı ve ömrü bereketlendirir. Hadisten Öğrendiklerimiz 1. Akrabayı ihmâl etmemek dinî bir görevdir. 2. Allah Teâlâ akrabasını görüp gözetenlerin rızkını artırır, ömrünü uzatır. Diğer bir söyleyişle onlar: * Hayatlarını Allah’a ibadetle ve O’nun hoşnut olduğu işleri yapmakla geçirirler. * Zamanlarını boşa harcamazlar. * Mutlu ve sağlıklı olurlar; yaşamanın zevkini tadarlar. * Allah onlara hayırlı evlâtlar nasip eder. * Öldükten sonra bile hayırla anılırlar. | |
| | | Muhamed Dolaku Antar-aktiv
Numri i postimeve : 3478 Data e regjistrimit : 16/09/2011 Mosha : 78 Nacionaliteti-Sheti : R e Kosovës, Mitrovicë
| Titulli: Re: Riyâzü’s-Sâlihîn - İmâm Nevevî Wed 6 Jun 2012 - 20:30 | |
| 322. Yine Enes radıyallahu anh şöyle dedi: Medine’de ensâr arasında en fazla hurmalığı bulunan Ebû Talha idi. Ebû Talha’nın en sevdiği malı da Mescid-i Nebevî’nin karşısındaki Beyruhâ adlı hurma bahçesiydi. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bu bahçeye girer ve oradaki tatlı sudan içerdi. Enes (sözüne devamla) dedi ki: “Sevdiğiniz şeylerden Allah yolunda harcamadıkça, en iyiye eremezsiniz” âyet-i kerîmesi nâzil olunca, Ebû Talha Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in yanına geldi ve: - Yâ Resûlallah! Cenâb-ı Hak sana “Sevdiğiniz şeylerden Allah yolunda harcamadıkça, en iyiye eremezsiniz” âyetini gönderdi. En sevdiğim malım Beyruhâ adlı bahçedir. Onu Allah rızası için sadaka ediyorum. Allah’dan onun sevabını ve âhiret azığı olmasını dilerim. Beyruhâ’yı Allah’ın sana göstereceği şekilde kullan, dedi. Bunun üzerine Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: - “Âferin sana! Kârlı mal dediğin işte budur! Seni duydum, Ebû Talha. Onu akrabalarına vermeni uygun görüyorum.” Ebû Talha: - Öyle yapayım, yâ Resûlallah, dedi ve bahçeyi akrabaları ve amcasının oğulları arasında taksim etti. Buhârî, Zekât 24, Vekâlet 14, Vesâyâ 10, 17, 26, Tefsîru sûre (3) 5, Eşribe 13; Müslim, Zekât 42, 43 Açıklamalar “Sevdiği Değerli Malları İnfak Etmek” bahsinde 299 numara ile bu hadîs-i şerîf geçmiş ve orada geniş bir şekilde açıklanmıştı. Hadisimiz akrabayı koruyup gözetme konusuyla yakından ilgili olduğu için burada tekrar alınmıştır. Yiğitlik çeşit çeşittir. Adam hem yakaladığı rakibini bir hamlede yenecek kadar güçlü hem de varlıklı olabilir. Böyle bir yiğite “Sevdiğiniz şeylerden Allah yolunda harcamadıkça, en iyiye eremezsiniz” âyetini okuyarak “haydi bu konuda da yiğitliğini göster” dendiği zaman, malını infâk etme konusunda onun son derece güçsüz yâni cimri olduğu görülebilir. Ebû Talha hem bedenen yiğit hem mâlen zengin hem de canını ve malını Allah yolunda harcamaktan zevk duyan gerçek bir yiğitti. Ashâb arasında gür sesiyle tanınırdı. Öyle bir sesi vardı ki, Peygamber Efendimiz’in ifadesiyle bu ses, savaş meydanlarında bir grup insana bedeldi. Uhud savaşında göğsünü Resûlullah’a siper edenlerin başında o vardı. Medineli sahâbîler içinde en fazla hurma bahçesine sahip olan Ebû Talha idi. Allah rızası için malını harcamaya dair yukarıda geçen âyet nâzil olunca, en iyi mevkide bulunan, en verimli ve en çok sevdiği bahçesini Resûlullah Efendimiz’e sundu. Onu dilediğin şekilde kullan, dedi. Onun bu yiğitliği Resûl-i Ekrem’i pek sevindirdi. Ebû Talha’nın şahsında bu konuda bir prensip yerleştirmek isteyen Efendimiz, en sevilen malın en uygun yere verilmesi gerektiğini belirtti ve bahçeyi akrabalarına vermesini tavsiye etti. Demekki bir insan, malını Allah rızası için harcamaya karar verince, öncelikle akrabalarını düşünecekti. Onların içinde korunup gözetilmeye ihtiyacı olanları öncelikle himâye edecekti. Ebû Talha da öyle yaptı. Peygamber Efendimiz’in şâiri Hassân İbni Sâbit ve Kur’an’ı en iyi bilmesiyle tanınan büyük sahâbî Übey İbni Ka`b onun yakın akrabalarıydı. Aralarında bu iki zâtın da bulunduğu diğer akrabalarına bu hurma bahçesini taksim etti. Bahçenin değeri hakkında bir fikir vermesi bakımından şunu belirtelim: Hassân daha sonraları bu bahçeden hissesine düşen kısmı Muâviye İbni Süfyân’a yüz bin dirheme sattı. Bu parayı bugünün râyici ile hesaplamaya çalışırsak, yirmi bin koyun ettiğini görürüz. İşte Ebû Talha, ne kadar değerli olursa olsun dünya malını Allah uğrunda harcamasını bilen böyle bir yiğitti. Ashâb-ı kirâm, kendilerine bakarak yolumuzu tâyin ettiğimiz yıldızlardır. Elbette onlar gibi olamayız. Ama onlar gibi olmaya gayret etmek zorundayız. Tıpkı onlar gibi, Allah’ın bize lûtfettiği imkânlardan akrabamızı faydalandırmalıyız. Böyle güzel bir hizmetin rûhumuzu yüceltmesine imkân vermeliyiz. Cenâb-ı Hakk’ın rızasını böyle fedakârlıklarla aramalıyız. Hadisten Öğrendiklerimiz 1. Allah rızası için verdiğimiz şeyler iyi, kaliteli ve değerli olmalıdır. 2. Sevap kazanmak için yapılacak harcamalarda, öncelikle akrabalar düşünülmeli; yardıma onlardan başlanmalıdır. 3. Önemli bir hayır yapılacağı zaman, o günün şartlarına göre Allah’ı en çok memnun edecek şeyin ne olduğunu bilen kimselere danışmalıdır. | |
| | | Muhamed Dolaku Antar-aktiv
Numri i postimeve : 3478 Data e regjistrimit : 16/09/2011 Mosha : 78 Nacionaliteti-Sheti : R e Kosovës, Mitrovicë
| Titulli: Re: Riyâzü’s-Sâlihîn - İmâm Nevevî Wed 6 Jun 2012 - 20:31 | |
| 323. Abdullah İbni Amr İbni Âs radıyallahu anhümâ şöyle dedi: Bir adam Peygamber aleyhisselâm’ın yanına gelerek: - Hicret ve cihâd etmek üzere sana bîat ediyorum. Bunların sevabını Allah’tan dilerim. dedi. Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem: - “Ana ve babandan hayatta olanlar var mı?” diye sordu. Adam: - Evet, her ikisi de hayatta, dedi. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: - “Allah’tan sevap kazanmak istiyorsun değil mi?” diye sordu. Adam: - Evet, deyince: - “Ana ve babanın yanına dön. Onlara iyi bak!” buyurdu. Buhârî, Cihâd 138, Edeb 3; Müslim, Birr 6 Bu rivayet Sahîh-i Müslim’den alınmıştır. Buhârî ile Müslim’in bir başka rivayeti ise şöyledir: Bir adam Resûlullah’ın yanına gelerek cihâd etmek üzere ondan izin istedi. Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem: - “Anan, baban sağ mı?” diye sordu. Adam: - Evet, deyince: - “Öyleyse onlara hizmet etmeye çalış!” buyurdu. Buhârî, Cihâd 138; Müslim, Birr 5. Ayrıca bk. Tirmizî, Cihâd 2; Nesâî, Cihâd 5 Açıklamalar Peygamber Efendimiz ashâb-ı kirâmdan dinin bazı esaslarına bağlı kalacaklarına dair zaman zaman söz alırdı. Bu söz alma ve söz verme işine biat denirdi. Meselâ sahâbîlerden namaz kılmak, zekât vermek, zina ve iftira etmemek gibi konularda, kadınlardan, özellikle ölünün arkasından bağıra çağıra ağlamamak konusunda biatlar almıştı (bk. 184, 188 ve 1664 numaralı hadisler). Bazan da sahâbîler Efendimiz’e gelirler ve meselâ: - Yâ Resûlallah! Müslüman olmak üzere sana biat edeceğim, derlerdi. O zaman Peygamber Efendimiz bu biatı ya aynen veya bazı şartlar ileri sürerek kabul ederdi. Meselâ: - “Herkese iyi davranmak, herkesin iyiliğini istemek şartıyla biatını kabul ediyorum” derdi. O sahâbî de bu esaslara uyacağına dair söz vermiş yâni biat etmiş olurdu. Bu hadîs-i şerîfte Resûl-i Ekrem’in huzuruna gelen sahâbî, ona iki konuda biat etmek istediğini söylüyor. Biri Medine’ye hicret etmek, diğeri de Allah yolunda savaşmak. O devirde bütün sahâbîler, yeni kurulan İslâm devletini desteklemek üzere Medine’ye hicret etmek yâni oraya gidip yerleşmek zorunda idiler. Hicretin 8. yılında (629) Mekke fethedilinceye kadar hicret etme mecburiyeti devam etti. O tarihten sonra bu mecburiyet kalktı. Fakat cihâd yani Allah yolunda savaşma hâli devam edip gitti. Peygamber Efendimiz’in cihâd için izin vermeden önce bu sahâbîye “Ana veya babadan biri sağ mı?” diye sorması cihâdın hicretten farklı olduğunu göstermektedir. Cihâd başlıca iki türlüdür: Biri zorunlu olan cihaddır. Devlet düşmana karşı savaş açmışsa, buna herkesin katılması gerekir. Savaşa bizzat katılmak zorunda olan kimselerin anne ve babalarından izin almaları gerekmez. Hatta onlar izin vermeseler bile savaşa giderler. Bir de zorunlu olmayan cihâd vardır. Devlet düşmana savaş açmadığı hâlde, müslümanlar hudut boylarına gidip çıkabilecek bir savaşa katılmak üzere hazır kuvvet olarak bekleyebilir veya gönüllülerden oluşan birliklerle bazı ufak çapta cihadlar yapılabilir. Hadisimizde sözü edilen cihâdın farz olmadığı anlaşılmaktadır. Demek oluyor ki, anne ve babaya hizmet etmek, onlara bakıp gözetmek bir nevi cihâddır. Anne ve babasını veya onlardan birini memnun eden kimse nâfile cihâd etmiş gibi sevap kazanır. Zira cihâda giden kimse savaş masraflarının tamamını bizzat temin etmek zorundadır. Diğer bir söyleyişle cihâd hem malla hem de bedenle yapılır. Anne ve babaya hizmetin cihâd sayılmasının bir sebebi de, onlara hem bizzat bedenle hizmet etmenin hem de malını onlar uğrunda harcamanın gerekli oluşudur. Başka hadislerden öğrendiğimize göre, mecburi olmayan savaşlara katılarak sevap kazanmak isteyenlerin, hayatta olan anne ve babalarından izin almaları gerekir. Zira o sıralarda anne ve babanın bakıma ihtiyacı olabilir. Nitekim sahâbîlerden biri Yemen’den hicret ederek Medine’ye Efendimiz’in huzuruna gelmiş ve cihâda katılmak üzere ondan izin istemişti. Resûl-i Ekrem ile aralarında şöyle bir konuşma geçti: - “Yemen’de kimsen var mı?”. - Anam, babam var, yâ Resûlallah. - “Onlar sana izin verdiler mi?” - Hayır, vermediler. - “Haydi Yemen’e git; onlardan izin iste! İzin verirlerse gel, cihâd et! Vermezlerse, ananı babanı memnun etmeye çalış” (Ebû Dâvûd, Cihâd 31). Hicret ederken bile anne ve babanın iznini ve rızasını almak gerekir. Vaktiyle sahâbîlerden biri Efendimiz’in huzuruna geldi ve: - Ana ve babamı geride ağlar durumda bıraktım ve hicret etmek üzere sana biat etmeye geldim, dedi. Resûl-i Ekrem Efendimiz bu zâta şu son derece mânalı karşılığı verdi: - “Hemen onların yanına dön! Onları ağlattığın gibi yüzlerini tekrar güldür!” (Ebû Dâvûd, Cihâd 31; Nesâî, Bey`at 10). Hicret ve nâfile cihâd için anne ve babanın izni şart olduğuna göre, umre yapmak, nâfile haccetmek ve bazı mübarek yerleri ziyâret etmek için mutlaka onlardan izin almak gerekir. Bu bilgiler bize gösteriyor ki, anne ve babaya hizmet etmek, evlâdın en önemli vazifesidir. Bir kimse anne ve babasına hizmet ederek, oturduğu yerde, tıpkı cihâd etmiş gibi sevap kazanabilir. Hadisten Öğrendiklerimiz 1. Anne ve babaya itaat etmek farz, onlara karşı gelmek büyük günahtır. 2. İnsan anne ve babasına iyilik ve itaat ederek çok büyük sevaplar kazanır. | |
| | | Muhamed Dolaku Antar-aktiv
Numri i postimeve : 3478 Data e regjistrimit : 16/09/2011 Mosha : 78 Nacionaliteti-Sheti : R e Kosovës, Mitrovicë
| Titulli: Re: Riyâzü’s-Sâlihîn - İmâm Nevevî Wed 6 Jun 2012 - 20:31 | |
| 324. Yine Abdullah İbni Amr İbni Âs’dan rivayet edildiğine göre Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Akrabasının yaptığı iyiliğe aynıyla karşılık veren, onları koruyup gözetmiş sayılmaz. Akrabayı koruyup gözeten adam, kendisiyle ilgiyi kestikleri zaman bile, onlara iyilik etmeye devam edendir.” Buhârî, Edeb 15. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Zekât 45; Tirmizî, Birr 10 Açıklamalar İyilik etmenin başlıca üç şekli vardır: Birincisi, iyiliğe iyiliktir. Yapılan bir iyiliğe en azından teşekkür etmek, insanın en tabii görevidir. Bundan daha değerlisi, iyiliğe benzeri bir iyilikle karşılık vermektir. İkincisi, karşılık beklemeden iyilik etmektir. Böyle davrananlar birinci basamaktakilerden daha üstün kimselerdir. Üçüncüsü de kötülük edene iyilik etmektir. İyiliklerin en değerlisi budur. Zira: İyiliğe iyilik her kişinin kârıdır. Kötülüğe iyilik er kişinin kârıdır. Er kişinin kârı olduğu için de, kötülük edene iyilik edenler pek azdır. Efendimiz bu hadîs-i şerîfte, akrabalık bağlarına değer vermeyen kimselerle ilgiyi büsbütün kesmemeyi tavsiye ediyor. Böyle bir akrabanın kötülüğüne iyilikle, kabalığına incelikle, hayırsızlığına hayırlı ve faydalı olmakla cevap vermek gerektiğini belirtiyor. Aramızda akrabalık bağı bulunmayan kimselerin iyiliğine iyilikle karşılık vermek bir insanlık görevidir. Akrabamızın yaptığı iyiliğe yine aynı şekilde bir iyilikle karşılık vermenin hiçbir ayrıcalığı ve üstün yanı yoktur. Akraba olmanın gereği onlara daha iyi davranmak, iyiliklerine fazlasıyla karşılık vermektir. Onlar bizim nezâketimize kabalıkla, candan davranışımıza ilgisizlikle cevap verseler bile, akrabalık bağını koparmamaya gayret etmeliyiz. Resûl-i Ekrem Efendimiz’in bizden istediği budur. Kabalıklara aynı davranışla cevap verenler, kaba dedikleri kimselerden farklı olmadıklarını göstermiş olurlar. Halbuki Allah Teâlâ bu gibi durumlarda bizden farklı davranış beklediğini şöyle belirtiyor: “İyilikle kötülük bir olmaz. Kötülüğü en güzel davranışla önle. O zaman seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, candan bir dost gibi olur” (Fussilet sûresi (41), 34). Resûl-i Ekrem Efendimiz Ukbe İbni Âmir’e bazı ahlâk esasları tavsiye etmişti. Bunlardan konumuzla ilgili olanları alalım ve iyi insanın bazı özelliklerini görelim: “Seninle ilgisini kesenden sen ilgini kesme! Sana vermeyene sen ver! Sana kötülük edeni bağışla!” (Ahmed İbni Hanbel, Müsned, IV, 148, 158). Hadisten Öğrendiklerimiz 1. Yapılan her işte Allah rızasını ön plânda tutmalı, kimseden bir karşılık beklememelidir. 2. Akrabaya iyi davranmalı, onlara faydalı olmaya çalışmalıdır. 3. Akrabanın iyiliğine aynen karşılık vermek yeterli değildir. İnsan akrabasından gördüğü iyiliğe fazlasıyla karşılık vermelidir. 4. Mükemmel insan, akrabasıyla hiçbir şekilde ilgisini kesmeyen kimsedir. | |
| | | Muhamed Dolaku Antar-aktiv
Numri i postimeve : 3478 Data e regjistrimit : 16/09/2011 Mosha : 78 Nacionaliteti-Sheti : R e Kosovës, Mitrovicë
| Titulli: Re: Riyâzü’s-Sâlihîn - İmâm Nevevî Wed 6 Jun 2012 - 20:31 | |
| 325. Hz. Âişe’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Akrabalık bağı Arş-ı âlâ’ya tutunarak şöyle demiştir: Beni koruyup gözeteni, Allah koruyup gözetsin. Benimle ilgisini kesenden Allah rahmetini kessin.” Buhârî, Edeb 13; Müslim, Birr 17 Açıklamalar Bütün varlıklar yaratılınca akrabalık bağı dediğimiz rahim Allah Teâlâ’nın huzurunda ayağa kalkmış, onun ilgisini ve merhametini çekmek için Arş-ı âlâ’ya sarılarak bir dilekte bulunmuştur. Akrabalık bağının istediği şey, kendisine değer veren yâni akrabalarıyla ilgisini devam ettiren kimseleri Allah Teâlâ’nın koruyup gözetmesi, yardımını ve merhametini onlardan eksik etmemesi, akrabalarıyla ilgisini kesen kimselerden sevgi ve merhametini kesmesidir. Cenâb-ı Hak rahmin bu niyâzını kabul etmiş ve ona: “Ey akrabalık bağı! Seni gözeteni gözetirim. Seninle ilgiyi kesenden ben de ilgimi keserim” buyurmuştur. Kâinâtın Sâhibi Yüce Rabbimiz insanları dar çerçevede akrabalar ve hısımlar, geniş çerçevede milletler ve kabileler hâlinde yaratmıştır. Allah Teâlâ hiçbir şeyi boşuna yaratmaz, yaptığı her işte binlerce hikmet vardır. Herkesin bu hikmete saygı duyması, onun önünde başeğmesi lâzımdır. Rahimin Allah Teâlâ’nın huzurunda Arş’a tutunup yalvarması ister mecâzî, ister hakikî bir anlatım olsun, bizi ilgilendirmesi gereken husus, Allah Teâlâ’nın akrabalık bağına böylesine büyük önem vermesidir. Şu hâlde bize düşen akrabalarımızı arayıp sormak, gönüllerini almak, kendilerini unutmadığımızı söylemektir. Bugünün görüşüp konuşma vasıtaları eskiye göre daha kolaylaşmıştır. Telefonu çevirdiğimiz zaman akrabalarımızın sesini duymamız ve onlara duyduğumuz sevgiyi bütün sıcaklığıyla aynı anda aktarmamız mümkündür. Böylesine kolaylıklar varken, uzağı yakın eden görüşüp konuşma imkânları elimizin altında dururken akrabalık bağını, Yüce Mevlâmızın bizden istediği şekilde canlı tutmamız son derece kolaydır. Varlıklı kimselerin sıla-i rahmi yâni akrabalarıyla ilgiyi devam ettirmesi daha başka türlü olmalıdır. Onlar Cenâb-ı Hakk’ın kendilerine lutfettiği imkânlardan akrabalarını da faydalandırmalıdır. Yardıma muhtaç yakınlarına maddî yardımda bulunmaları, işlerini tâkip etmek gerekiyorsa onlar nâmına koşuşturmaları, problemlerini çözmeye ve sıkıntılarını gidermeye çalışmaları gerekir. 317 numaralı hadis de aynı konudadır. Hadisten Öğrendiklerimiz 1. Akrabaları ziyaret ederek gönüllerini almalıdır. 2. Yardıma muhtaç olanlarına yardım etmelidir. 3. Akrabalarla hiçbir şekilde ilgiyi kesmemelidir. 4. Akrabasını unutanların ilâhî rahmet ve merhametten mahrum kalacaklarını unutmamalıdır. | |
| | | Muhamed Dolaku Antar-aktiv
Numri i postimeve : 3478 Data e regjistrimit : 16/09/2011 Mosha : 78 Nacionaliteti-Sheti : R e Kosovës, Mitrovicë
| Titulli: Re: Riyâzü’s-Sâlihîn - İmâm Nevevî Wed 6 Jun 2012 - 20:32 | |
| 326. Mü’minlerin annesi Meymûne Binti’l-Hâris radıyallahu anhâ’dan rivayet edildiğine göre, Hz. Meymûne Peygamber aleyhisselâm’a haber vermeden bir câriye âzâd etmişti. Kendi nöbet gününde Resûl-i Ekrem yanına gelince: - Yâ Resûlallah! Farkına vardın mı, câriyemi âzâd ettim, dedi. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem: - “Gerçekten mi?” diye sordu. Hz. Meymûne: - Evet, gerçekten âzâd ettim, deyince: - “Eğer câriyeyi dayılarına hediye etseydin daha çok sevap kazanırdın” buyurdu. Buhârî, Hibe 15, 16; Müslim, Zekât 44 Meymûne Binti’l-Hâris Meymûne annemiz Peygamber Efendimiz’in amcası Hz. Abbas’ın hanımı Ümmü’l-Fazl Lübâbe’nin kızkardeşidir. Hâlid İbni Velîd ile Abdullah İbni Abbas’ın da teyzesidir. Hz. Meymûne daha önce iki defa evlenmiş ve dul kalmıştı. Peygamber Efendimiz hicretin yedinci yılında (629) Umretü’l-kazâ’ya giderken Hz. Abbas ona baldızıyla evlenmesini teklif etti. Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem de Mekke’ye iki sahâbîsini dünürcü gönderdi ve böylece Hz. Meymûne ile Medine dönüşünde Seref denilen yerde evlendi. Meymûne annemizin asıl adı Berre idi. Berre “cömert, dürüst, itaatkâr” anlamına geldiği için, “Bir insanın kendini tezkiye etmesi doğru değil” diyerek Peygamber Efendimiz onun adını Meymûne olarak değiştirdi. İlâhî takdire bakın ki, vâlidemiz hicretin 51. yılında 80 yaşında iken, Efendimizle evlendiği Seref’de vefat etti ve oraya defnedildi. Kendisinden 46 hadis rivayet edilmiştir. Yeğeni Abdullah İbni Abbas daha çocuk denecek yaşlarda iken birçok gece onun evinde kalmış, geceleri Hz. Peygamber’in nasıl ibadet ettiğini görmüş ve bize rivayet etmiştir. Allah ondan razı olsun. Açıklamalar Bir iyilik yapılacağı zaman, öncelikle akrabayı düşünmek gerekir. Yapılacak o iyiliğe ve yardıma akrabadan hangisinin daha çok ihtiyacı var diye onları en yakından uzağa doğru gözden geçirmelidir. İkinci bir husus da, insan bir hayır yapacağı zaman, tıpkı yatırım peşinde olan bir tâcir gibi, nasıl davranırsam daha çok sevap kazanırım diye düşünüp araştırmalıdır. Şüphesiz Meymûne annemiz, câriyesini sevap kazanmak için âzâd etti ve yaptığı hayrın karşılığını aldı. Fakat câriyesini âzâd etmeden önce Peygamber Efendimiz’e danışıp fikrini almadı. Şayet Resûl-i Ekrem Efendimiz’e danışsaydı, câriyeyi dayılarına hediye etmekle daha çok sevap kazanacağını öğrenecek ve elbette ona göre hareket edecekti. Peygamber Efendimiz’in Hz. Meymûne’ye câriyeyi dayılarına hediye etmesinin daha uygun olacağını söylemesi, o kimselerin bir hizmetkâra ihtiyaçları bulunduğunu bilmesi sebebiyledir. Bazı rivayetlerde “dayılarına” kelimesi yerine “kardeşinin kızına” ifadesi geçmektedir. Belki de Peygamber Efendimiz, Hz. Meymûne’ye, hizmetkâra ihtiyacı olan bazı akrabalarını hatırlatmıştır. Şu hâlde yardım etmeden önce, o yardıma muhtaç durumda bulunan akrabayı birer birer düşünüp en münasibini bulmalı ve ona yardım etmelidir. Burada dikkat etmemiz gereken şudur: Bir köleyi âzâd etmek, değerli bir ibadettir. Yardıma muhtaç olan akrabaya hediyeler sunmak ve sıkıntılarını gidermek, köle âzâd etmekten daha üstün bir ibadettir. Hayır yaparken akrabaya öncelik tanımanın insana kazandıracağı sevabı Peygamber Efendimiz şöyle dile getirmiştir: - “Yoksula verilen sadaka bir sadaka sayıldığı hâlde akrabaya verilen sadaka iki sadaka sayılır. Biri sadaka sevabı, diğeri akrabayı koruyup gözetme sevabı” (Tirmizî, Zekât 26). Dilimizde, “etimizin parçası” diye sımsıcak, muhabbet dolu bir deyim vardır. Bu güzel deyimle yakınlarımızın, akrabamızın bizim ayrılmaz bir parçamız olduğunu anlatmak isteriz. Onları başkalarına muhtaç durumda bırakmak, bizi yaralar, gönlümüzü kanatır. Cenâb-ı Hakk’ın bize verdiği imkânlardan öncelikle onların faydalanması kadar tabii ne olabilir? Yardıma akrabalarından başlama prensibinin bir faydası da şudur: Herkes yakınlarını daha iyi tanır. Onların muhtaç olup olmadığını veya fakir iseler ne ölçüde ihtiyaçları bulunduğunu akrabaları daha iyi bilir. Herşeyin sahibi olan Yüce Mevlâ’nın, şu fâni dünyada kendilerine mal mülk verdiği kimseler şayet akrabalarına sahip çıkarlarsa, bu denge kendiliğinden kurulur. Yoksulların sayısı azalır. Hâlini kimseye bildirmek istemeyen iffetli fakirler korunup gözetilmiş olur. Hadisten Öğrendiklerimiz 1. Kendi malı veya eşinin malı üzerinde harcama yapan bir hanımın, kocasına bu konuda bilgi vermesi uygun olur. 2. Önemli bir hayır yapılacağı zaman, o konuyu iyi bilen kimselerin görüşü alınmalıdır. 3. Yardım edilirken, öncelikle fakir ve yardıma muhtaç akraba düşünülmelidir. 4. Akrabaya yardım etmek, köle âzâd etmekten daha üstün bir hayırdır. | |
| | | Muhamed Dolaku Antar-aktiv
Numri i postimeve : 3478 Data e regjistrimit : 16/09/2011 Mosha : 78 Nacionaliteti-Sheti : R e Kosovës, Mitrovicë
| Titulli: Re: Riyâzü’s-Sâlihîn - İmâm Nevevî Wed 6 Jun 2012 - 20:32 | |
| 327. Hz. Ebû Bekir’in kızı Esmâ radıyallahu anhümâ şöyle dedi: İslâmiyet’i kabul etmemiş olan annem Resûlullah zamanında yanıma gelmişti. Resûlullah’ın görüşünü almak için: - Annem, beni özleyip gelmiş. Ona ikramda bulunabilir miyim? diye sordum. Peygamber aleyhisselâm: - “Evet, annene iyi davran!” buyurdu. Buhârî, Hibe 29, Cizye 18, Edeb 8; Müslim, Zekât 50. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Zekât 34 Hazreti Esmâ Hz. Ebû Bekir’in büyük kızı, Hz. Âişe’nin de anne bir kardeşidir. Esmâ on sekizinci müslüman olarak bilinir. Babasıyla Resûl-i Ekrem Efendimiz’in hicret edecekleri gece onların yol azıklarını hazırlamışlar, fakat azığı koydukları dağarcığı bağlayacak bir ip bulamamışlardı. Esmâ hiç düşünmeden belindeki kuşağı çözüp ortadan ikiye bölmüş, biriyle hazırlanan azığı sarmış, diğer yarısını beline dolamıştı. O günden sonra iki kuşaklı anlamında “zâtü’n-nitâkayn” diye anıldı. Cennetle müjdelenen on kişiden biri olan Zübeyr İbni Avvâm ile evlendi. Yezid İbni Muâviye’nin ölümünden sonra Mekke-i Mükerreme’de dokuz ay halifelik yapan ve Haccâc-ı Zâlim’e karşı yiğitçe çarpışıp şehid olan Abdullah İbni Zübeyr’i o dünyaya getirdi. Abdullah’ın zor günlerinde annesiyle yaptığı istişâre dillere destandır. Haccâc Mekke’yi kuşatmış, Ebû Kubeys Dağı’ndan bu mübarek şehri mancınıklarla taşa tutmuştu. Kuşatmanın altıncı ayında Mekkelilerin yiyecekleri tükenmişti, taraftarları Abdullah’ı terk etmeye başlamıştı. Abdullah’ın yanında pek az adamı kalmıştı. Haccâc ona, teslim olduğu takdirde kendilerine bir şey yapılmayacağına dair haber salmıştı. Abdullah İbni Zübeyr annesinin yanına giderek dedi ki: - Anneciğim! Halk beni terk etti. Hatta kendi oğlum bile beni bırakıp gitti. Yanımda az bir adam kaldı. Onlar da en fazla bir saat dayanabilir. Bu herifler bana ne istersem verecekler. Ne yapmamı uygun görürsün? Hz. Esmâ ona şunları söyledi: - Oğlum! Sen kendini daha iyi bilirsin. Dâvânın hak olduğundan ve halkı Hakk’a çağırdığından eminsen, diren. Senin bütün adamların, arkadaşların Hak yolunda öldüler. Boynunu Benî Ümeyye oğlanlarının ellerine teslim edip oynatma! Eğer bunu dünyalık kazanmak için yapacaksan, sen ne kötü bir kulmuşsun! Böylece hem kendini hem de senin yanında yer alanları mahvetmiş oldun demektir. Eğer “Ben doğru yoldaydım. Fakat arkadaşlarıma bezginlik gelince gücümü kaybettim” diyorsan, bu yiğitlerin yapacağı iş değildir. Dünyada daha ne kadar yaşayacaksın? Ölmek daha iyidir... Esmâ bu târihî konuşmadan bir müddet önce gözlerini kaybetmişti. Bu uzun konuşmanın sonunda oğluyla vedalaşırken, onun üzerinde zırh bulunduğunu anladı. “Bu şehitlik isteyenlerin yapacağı iş değildir” diyerek üzerindeki zırhı çıkarmasını istedi. Yüz on sene yaşamış olan Hz. Esmâ, oğlunun 73 (692) yılında Haccâc’a yenilerek şehid olmasından beş on gün sonra Mekke’de vefat etti. Kendisinden seksen beş hadis rivayet edilmiştir. Allah ondan razı olsun. Açıklamalar Hz. Esmâ’nın annesinin kim olduğu kesin olarak bilinmemektedir. Onun İslâmiyet’i kabul edip etmediği de belli değildir. Müslümanlarla Mekkelilerin birbirleriyle savaşmamak üzere Hudeybiye’de anlaşma yapmalarından sonra kızını ziyarete geldiği rivayet edilmektedir. Hz. Ebû Bekir’in Câhiliye döneminde boşadığı da söylenen bu kadın İslâmiyet’i kabul etmediği gibi, bazı rivayetlerden anlaşıldığına göre bu din hakkında iyi düşüncelere sahip değildi. Belki de maddî sıkıntıya düştüğü bir zamanda hem kızını hem de onun yardımını görmek arzusuyla yanına gelmişti. Hz. Esmâ annesi de olsa bir müşrikeyi evine alıp alamayacağını, ona yardım edip edemeyeceğini bilmiyordu. Bütün sahâbîler gibi o da, bilmediği konuda kendi başına hüküm vermek istemediği için kalktı, Resûl-i Ekrem’in evine geldi ve problemini ona arzetti. Kâinâtın Efendisi Hz. Esmâ’ya, annesi müşrike de olsa onu evine kabul etmesini, iyilik ve ikramda bulunmasını söyledi. Bu bahsin başında altıncı olarak zikrettiğimiz âyette Allah Teâlâ’nın şöyle buyurduğunu görmüştük: “Biz insana, ana ve babasına iyi davranmayı emrettik. Özellikle de anası nice sıkıntılara katlanarak onu karnında taşımış; emzirmesi de iki yıl sürmüştür. İşte bu sebeple bana, ana ve babana şükret, diye tavsiye ettik” [Lokman sûresi (31), 14]. Âyetin devamında, müslüman olmayan anne ve babaya ancak Allah’ı inkâr etmek için zorladıkları takdirde itaat edilmemesi emredilmekte, hemen peşinden de “Onlarla dünyada iyi geçin!” buyurulmaktadır. Demekki anne ve baba hangi dinde bulunursa bulunsun, müslüman bir evlâdın görevi onlara saygıda kusur etmemek, aynı zamanda kendilerine iyilik ve ikramda bulunmaktır. Hadisten Öğrendiklerimiz 1. İnsan bilmediği bir konuda hata etmemek için, o konuyu bilen birine sormalıdır. 2. Kâfir olan anne ve babaya ikramda bulunmak sakıncalı değildir. Gerektiğinde onların geçimini sağlamak müslüman bir evlâdın görevidir. | |
| | | Muhamed Dolaku Antar-aktiv
Numri i postimeve : 3478 Data e regjistrimit : 16/09/2011 Mosha : 78 Nacionaliteti-Sheti : R e Kosovës, Mitrovicë
| Titulli: Re: Riyâzü’s-Sâlihîn - İmâm Nevevî Wed 6 Jun 2012 - 20:32 | |
| 328. Abdullah İbni Mes`ûd radıyallahu anh’ın karısı Zeynep es-Sekafiyye radıyallahu anhâ’dan rivayet edildiğine göre birgün Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: - “Ey kadınlar! Zînet eşyânızdan bile olsa sadaka veriniz” buyurmuştu. Zeynep sözüne devamla dedi ki: Bunun üzerine ben Abdullah İbni Mes`ûd’un yanına dönerek: - Sen eli dar bir adamsın. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bize sadaka vermemizi emretti. Ona git de bir soruver. Sadakamı sana vermekle bu emri yerine getiriyorsam ne âlâ. Şayet olmuyorsa başkasına vereyim, dedim. Abdullah: - Kendin git sor, deyince ben de gittim. Hz. Peygamber’in kapısına varınca, ensârdan bir kadının orada beklediğini gördüm. Meğer onun derdi de benimkinin aynıymış. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in huzuruna girmeye de pek çekinirdik. İçeriden Bilâl çıkıverince ona: - Hz. Peygamber’e git de, “Kapıda iki kadın bekliyor ve kocalarıyla kendi yetimlerine verecekleri sadakanın kabul olup olmadığını soruyorlar, de!. Ama bizim kim olduğumuzu söyleme!” dedik. Bilâl hemen Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in huzuruna girerek meseleyi anlattı. Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem: - “Kim onlar?” diye sordu. Bilâl de: - Ensârdan bir kadınla Zeynep, deyince, Resûlullah salllallahu aleyhi ve sellem: - “Hangi Zeynep’miş o?” diye sordu. Bilâl: - Abdullah’ın karısı, dedi. Bunun üzerine Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: - “Onlar -böyle yapmakla- iki sevap birden kazanırlar. Biri yakınlarını himâye sevabı, diğeri de sadaka sevabı.” Buhârî, Zekât 48; Müslim, Zekât 45. Ayrıca bk. Buhârî, Zekât, 44; Nesâî, Zekât 82; İbni Mâce, Zekât 24 Zeyneb Binti Muâviye Abdullah İbni Mes`ûd’un hanımı Zeyneb hakkında fazla bilgi yoktur. Babasının adının Muâviye veya Abdullah olduğu söylenmektedir. Hz. Peygamber’den başka kocası Abdullah’tan ve Hz. Ömer’den pek az sayıda hadis rivayet etmiştir. Onun en çok bilinen rivayeti, okumakta olduğumuz bu hadîs-i şerîftir. Bundan başka bir rivayeti Sahîh-i Buhârî’de, biri de Sahîh-i Müslim’de bulunmaktadır. Hz. Peygamber Zeyneb’in şahsında kadınlara şöyle hitap etmiştir: - “Herhangi biriniz yatsı namazına giderken koku sürünmesin!” Allah ondan razı olsun. Açıklamalar Peygamber Efendimiz zaman zaman kadınlara va`z ederdi. Bu va`zların birinde onlara sadaka vermelerini emretmiş, verecek bir şeyiniz yoksa zînet eşyânızı veriniz, buyurmuştu. Başka rivayetlerden öğrendiğimize göre Peygamber aleyhisselâm bu konuşmalardan birinde hanım sahâbîlere yine aynı şekilde hitâb etmiş, onlar da kollarındaki bilezikleri, kulaklarındaki küpeleri, parmaklarındaki yüzükleri çıkarıp atmışlardı. Peygamber Efendimiz’in emriyle bunları toplayan Bilâl-i Habeşî’nin eteği zînet takımlarıyla dolmuştu. Yine bir rivayetten öğrendiğimize göre Peygamber Efendimiz Abdullah İbni Mes`ûd’un hanımı Zeyneb’i Mescid’de görünce, ona hitaben: - “Zînet eşyânızdan bile olsa sadaka veriniz!” buyurmuştu (Müslim, Zekât 46). Zeyneb san’atkâr bir hanımdı. Elinden iş gelir ve para kazanırdı. Fakat kocası Abdullah fakirdi. Bu sebeple Zeynep kazandığını kocasına ve oğluna harcardı. Buhârî’deki bir başka rivayetten öğrendiğimize göre (Zekât 44), bir bayram günü Hz. Peygamber kadınlara va`z ederken, onlara sadaka vermelerini emredince, Zeynep zînet eşyasından bir kısmını sadaka etmek istedi. Kocası Abdullah İbni Mes`ûd ise, onu kendilerine harcamakla sadaka sevabı kazanacağını söyledi. İbni Mes`ûd Dört Halife’den sonra en iyi fıkıh bilen sahâbî olarak tanınmasına rağmen, Zeynep bu konuda iyice emin olmak istedi. Sadece kocasına ve oğluna değil, aynı zamanda kardeşlerinin yetim kalmış çocuklarına da yardım ediyordu. Acaba bu yardımları sadaka yerine geçer miydi? İkisinin adı da Zeynep olan iki hanım sahâbî, bu meseleyi bizzat Hz. Peygamber’e sorarak öğrenmek istediler. Bunlardan biri Abdullah İbni Mes`ûd’un karısı Zeynep, diğeri Ebû Mes`ûd el-Ensârî’nin karısı Zeynep idi. İkisi de birbirinden habersiz Resûl-i Ekrem’in evine geldiler. Peygamber aleyhisselâm’ı soru yağmuruna tutmanın Allah Teâlâ tarafından yasaklandığı dönemde olmalı ki, bu hanımlar Efendimiz’in huzuruna girmeye çekindiler. Nebiyy-i Muhterem Efendimiz pek mütevâzi olduğu hâlde bütün sahâbîler ona duydukları derin hürmet sebebiyle kendisini rahatsız etmekten çekinirlerdi. Huzuruna girince, sanki başlarında bir kuş varmış da onu ürkütmek istemiyorlarmış gibi saygıyla otururlardı. Derken Bilâl’in dışarıya çıktığını görünce sevindiler. Sorularını Hz. Peygamber’e arzetmesini, fakat adlarını vermemesini istediler. Bilâl-i Habeşî onlara adlarını saklı tutacağına dair söz vermekle beraber, Resûl-i Ekrem “Kim onlar?” diye sorunca, söylemek zorunda kaldı. Efendimiz bu hanımlara verdiği cevapta, yakınlara verilecek sadakanın çok makbul olduğunu ve insana iki misli sevap kazandırdığını belirtti. Zira fakirlere sahip çıkılıp onlara yardım edilmesini emreden İslâm dini, aynı zamanda akrabanın korunup gözetilmesini de emrediyordu. Durum böyle olunca, bir insan sadakasını akrabaya vermekle, bu iki emri birden yerine getirmiş oluyor, bir taşla iki kuş vuruyordu. Hadisten Öğrendiklerimiz 1. Akrabayı himâye etmek, yapılacak yardımlarda onlara öncelik tanımak gerekir. 2. Akrabaya verilen sadaka, daha sevaptır. 3. Bir kadın kocasına ve çocuklarına bakmak (onlara nafaka vermek) zorunda olmadığı için kendilerine yaptığı harcamalar sadaka yerine geçer. Bir erkek de kendilerine nafaka vermek zorunda olmadığı yakınlarına sadaka verebilir. 4. Kadın kocasına sormadan, kendi malını dilediği gibi harcayabilir. 5. Bilmediği dinî konuları öğrenmek erkeğe olduğu gibi kadına da farzdır. 6. Bir kadının dinî konuları öğrenmek için evinden çıkmasında hiçbir sakınca yoktur. | |
| | | Muhamed Dolaku Antar-aktiv
Numri i postimeve : 3478 Data e regjistrimit : 16/09/2011 Mosha : 78 Nacionaliteti-Sheti : R e Kosovës, Mitrovicë
| Titulli: Re: Riyâzü’s-Sâlihîn - İmâm Nevevî Wed 6 Jun 2012 - 20:33 | |
| 329. Ebû Süfyân Sahr İbni Harb radıyallahu anh’den -Herakliyus kıssasına dair uzun hadiste- rivayet edildiğine göre, Herakliyus Ebû Süfyân’a Peygamber aleyhisselâm’ı kastederek: - O size ne emrediyor? diye sordu. Ebû Süfyan der ki: - Ben de onun bize, sadece Allah’a ibadet ediniz; ona hiçbir şeyi denk tutmayınız; dedelerinizin taptığı şeyleri bırakınız dediğini, bize namaz kılmayı, doğru ve iffetli olmayı, akrabayı görüp gözetmeyi emrettiğini söyledim. Buhârî, Bed’ü’l-vahy 6, Salât 1, Zekât 1, Cihâd 102, Şehâdât 28, Edeb 8, Tefsîru sûre (3) 4; Müslim, Cihâd 74 Açıklamalar Peygamber Efendimiz hicretin altıncı yılının sonları ile yedinci yılın başlarında komşu hükümdarlara birer mektup göndererek onları İslâmiyet’e dâvet etmişti. Bizans kıralı Herakliyus’a da Dihye İbni Halîfetü’l-Kelbî’yi göndermişti. Herakliyus, Efendimiz’in mektubunu alınca konuyu araştırmak istemiş ve adamlarına: Mekke’den gelen kimi bulursanız alıp yanıma getirin, demişti. İşte o günlerde Ebû Süfyân başkanlığında otuz kişilik bir ticaret kafilesi Şam’a giderken Gazze şehrine uğramıştı. Herakliyus’un adamları onları almış, o sıralarda Kudüs’te bulunan İmparator’un huzuruna çıkarmıştı. Herakliyus tüccarlara: - Peygamberim diyen bu zâta içinizde soyca en yakın olan hanginiz? diye sordu. Ebû Süfyân: - Soyca en yakınları benim, dedi. Bunun üzerine Herakliyus ile Ebû Süfyân arasında uzun bir konuşma geçti (bk. Buhârî, Bed’ü’l-vahy 6). Bu arada Herakliyus ona Peygamber Efendimiz’in ailesine, hayatına, ahlâkına, ona inanan kimselerin durumuna dair pek çok soru sordu. Aldığı cevapları yine onların yanında değerlendirdi ve: - Eğer dediklerin doğruysa, o zât şu ayaklarımın bastığı yerlere yakında sahip olacaktır. Zaten onun ortaya çıkacağını biliyordum, ama sizden olacağını tahmin etmiyordum. Onun yanına varabileceğimi bilsem, kendisini görebilmek için her türlü zahmete katlanırdım. Yanında olaydım, hizmetinde bulunur ve ayaklarını yıkardım, dedi. Daha sonraki birgün Herakliyus ileri gelen hıristiyanları sarayında topladı ve onlara Peygamber Efendimiz’in gönderdiği mektubu okudu. Onların bu teklif karşısında âdeta dehşete kapıldıklarını görünce: “Sizi denemek için böyle yaptım ve dininize ne kadar bağlı olduğunuzu gördüm” diyerek meseleyi kapattı. Demekki Peygamber Efendimiz insanlara iman ve ibadet esaslarını anlatıp bu esaslara uymalarını istediği gibi, doğruluk, iffet ve akrabaları koruyup gözetmek gibi ahlâk esaslarını da öğretiyordu. Araplar eskiden beri yalan söylemeyi sevmezlerdi. Doğru sözlü olanlara değer verirlerdi. İffet duygusu pek zayıflamış olmakla beraber, iffetli yaşayanlara saygı gösterirlerdi. Asıl konumuz olan akrabalık duygusuna gelince, bu özellik onlarda ileri derecede gelişmişti. Bir kabileyi meydana getiren fertlerin hemen hemen tamamı birbirinin akrabasıydı. Akrabaları için çekinmeden canlarını verirlerdi. Her devirde yaşaması gereken iyi ve güzel her şeye sahip çıkan İslâmiyet, doğruluk, iffet ve akrabaları koruyup gözetme huylarını yaşatmaya devam etti. Bu hadis “Doğruluk” konusunda da geçmişti (bk.57 numaralı hadis). Hadisten Öğrendiklerimiz 1. Güzel dinimizin insanlardan istediği birinci görev; yalnız Allah’a inanıp ibadet etmeleri, O’na hiçbir şeyi ortak koşmamaları, inanç konusunda taklitçiliği bırakmaları ve doğruyu bizzat arayıp bulmalarıdır. 2. Onlardan beklediği ikinci görev; doğru, dürüst, iffetli olmak ve akrabaya sahip çıkmak gibi ahlâk esaslarına uymalarıdır. | |
| | | Muhamed Dolaku Antar-aktiv
Numri i postimeve : 3478 Data e regjistrimit : 16/09/2011 Mosha : 78 Nacionaliteti-Sheti : R e Kosovës, Mitrovicë
| Titulli: Re: Riyâzü’s-Sâlihîn - İmâm Nevevî Wed 6 Jun 2012 - 20:33 | |
| 330. Ebû Zer radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Siz (bir para birimi olan) kîrâtın kullanıldığı bir yeri mutlaka fethedeceksiniz.” Diğer bir rivayete göre ise şöyle buyurdu: “Siz kîrâtın kullanıldığı Mısır’ı fethedeceksiniz. Oranın halkına iyi davranmanızı tavsiye ediyorum; vasiyetimi tutunuz. Zira onlara bir ahid ve eman görevimiz, bir de akrabalık bağımız vardır.” Bir diğer rivayete göre şöyle buyurdu: “Siz orayı fethettiğiniz zaman, halkına iyi davranın. Zira onlara bir ahid ve eman görevimiz, bir de akrabalık bağımız vardır” veya “ahid ve eman görevi ve hısımlık bağı vardır” buyurdu. Müslim, Fezâilü’s-sahâbe, 226, 227 Açıklamalar Nevevî bu hadisin hemen altında şöyle bir açıklama yapmıştır: “Âlimlerin belirttiğine göre, hadiste sözü edilen akrabalık bağı, Hz. İsmâil’in annesi Hâcer’in Mısırlı olması dolayısıyladır. Hısımlık bağı ise Peygamber aleyhisselâm’ın oğlu İbrahim’i dünyaya getiren Mâriye’nin onlardan olması sebebiyledir.” Bildiğimiz gibi Peygamber Efendimiz’in soyu Hz. İsmâil’e dayanmaktadır. Hz. İsmâil’in annesi Hz. Hâcer Mısırlı olduğu için Efendimiz Mısırlıları akraba saymakta, böylece kendisini onlarla ahid yapmış ve kendilerine emân vermiş kabul etmekte ve işte bu sebeple, Mısır fethedildiği zaman halkına iyi davranılmasını tavsiye etmektedir. Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem’in Mısırlılarla olan ikinci bağı ise, bir hısımlık bağıdır. Hatırlanacağı gibi Peygamber aleyhisselâm hicretin yedinci yılında komşu hükümdarları İslâm’a dâvet ederken Mısır kıralı Mukavkıs’a da bir mektup göndermişti. Mısır kıralı İslâmiyet’i kabul etmemekle beraber Resûl-i Ekrem’e bazı hediyeler göndermişti. Bu hediyeler arasında Mâriye ve Sîrîn adında iki de câriye vardı. Nebiyy-i Ekrem Efendimiz Sîrîn’i şâir sahâbî Hassân İbni Sâbit’e vermiş, Mâriye’yi de yanında alıkoymuştu. Daha sonraları Mâriye Resûl-i Ekrem’in oğlu İbrahim’i dünyaya getirmişti. Böylece Mısırlılarla Resûlullah arasında, dededen gelen akrabalık bağından sonra bir de hısımlık bağı meydana gelmişti. Akrabalık bağı dediğimiz sıla-i rahime Peygamber Efendimiz’in ne kadar önem verdiğini biliyoruz. Burada dikkatimizi çeken husus, akrabalık bağı ne kadar uzak ve dolaylı görünse bile ona değer verilmesi, korunup yaşatılması gereğidir. Biz bugün iki göbek sonraki akrabamızı unutmaya başlıyoruz. Meselâ dedemizin amcasının oğlu, ninemizin kardeşinin kızı dendiği zaman, aramızda hiçbir bağ kalmamış gibi düşünebiliyoruz. Ne onlara gitmeyi, ne de onların bize gelmesini istiyoruz. Günümüzde maalesef yakın akrabaların bile unutulduğunu, onlarla ilginin koparılmaya çalışıldığını sık sık görüyoruz. Annemizin, babamızın ve hele dedemizin, ninemizin akraba anlayışı ile bizim anlayışımız arasında kıyas edilemeyecek kadar büyük uçurum var. Bizim çocuklarımız ve torunlarımız akrabalık bağını iyice daraltacak gibi görünüyor. Allah korusun, anne ve babalarını sadece yaş günlerinde hatırlayan Batılı ülkelere benzersek hâlimiz nice olur? Cenâb-ı Mevlâ bizi ve neslimizi böyle korkunç bir gidişten korusun (Âmin). Hadîs-i şerîfte dikkatimizi çeken bir husus da, Efendimiz’in bir mûcizesidir. Resûlullah Efendimiz ümmetinin ileride güçleneceğini, bazı zâlim milletleri yenerek ülkelerini ele geçireceğini ve özellikle Mısır’ı fethedeceğini yıllar öncesinden haber vermiş ve hicretten 38 yıl sonra (658’de), bir sahâbî olan Amr İbni Âs tarafından Mısır fethedilmiştir. Hadîs-i şerîfteki “Siz kîrâtın kullanıldığı bir yeri mutlaka fethedeceksiniz” cümlesinde geçen “kîrât”, şer’î ölçüsü 0,2 gram, örfî ölçüsü 0,20208 gram olan bir para birimidir. Diğer bir söyleyişle dinarın yirmide biridir. Buna göre hadisin mânası, tercümede belirttiğimiz gibi, ülkelerini fethedeceğiniz Mısırlılar, bir para birimi olan kîrâtı alış verişlerinde çok kullanırlar, demektir. Bazı âlimlere göre ise kîrât, Mısırlılar tarafından çokca kullanılan bir küfür ve sövüp sayma ifadesidir. Buna göre hadisin mânâsı, Mısırlılar ağzı bozuk insanlardır. Birbirlerine sövüp sayarlar. Onlara hoşgörülü davranın, demektir. Hadîs-i şerîfin Müslim’deki ikinci rivayetine göre Efendimiz sözünü şöyle tamamlamıştır: “Orada iki kişinin bir kerpiç yeri hakkında kavga ettiklerini görürsen, hemen oradan çık!” Bu cümle Mısırlıların kavgacı kimseler olduğunu, dolayısıyla kîrâtın bir sövgü ifadesi olabileceğini düşündürmektedir. Mısırlıların Hz. Osman’a karşı ayaklanmalarıyla başlayan ve daha sonraları devam eden muhtelif olaylarda onların kavgacılığı iyice anlaşılmış ve böylece Efendimiz’in bir mûcizesi daha gerçekleşmiştir. Hadisten Öğrendiklerimiz 1. Akrabalık ne kadar uzak da olsa, bu bağ korunmalı ve akrabaya iyi davranılmalıdır. 2. Yıllar öncesinden Mısır’ın fethedileceğini haber vermesi, Resûl-i Ekrem’in bir mûcizesidir. | |
| | | Muhamed Dolaku Antar-aktiv
Numri i postimeve : 3478 Data e regjistrimit : 16/09/2011 Mosha : 78 Nacionaliteti-Sheti : R e Kosovës, Mitrovicë
| Titulli: Re: Riyâzü’s-Sâlihîn - İmâm Nevevî Wed 6 Jun 2012 - 20:33 | |
| 331. Ebû Hüreyre radıyallahu anh şöyle dedi: “Yakın akrabalarını uyar!” [Şu`arâ sûresi (26), 214] âyeti nâzil olunca, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Kureyş kabilesini toplantıya çağırdı. Onlar da geldiler. Peygamber aleyhisselâm kimine genel, kimine de özel olarak şöyle hitâb etti: “Ey Abdüşems oğulları! Ey Ka`b İbni Lüey oğulları! Kendinizi cehennemden kurtarınız! Ey Abdümenâf oğulları! Kendinizi cehennemden kurtarınız! Ey Hâşim oğulları! Kendinizi cehennemden kurtarınız! Ey Abdülmuttalib oğulları! Kendinizi cehennemden kurtarınız! Ey Fâtıma! Kendini cehennemden kurtar! Çünkü sizi Allah’ın azâbından kurtarmaya benim gücüm yetmez. Ama aramızdaki akrabalık bağı sebebiyle sizinle ilgimi kesmeyeceğim.” Müslim, Îmân 348, 351. Ayrıca bk. Buhârî, Tefsîru sûre (26) 2; Tirmizî, Tefsîru sûre (27) 2; Nesâî, Vesâyâ 6 Açıklamalar Resûl-i Ekrem Efendimiz’e “yakın akrabalarını uyar!” âyeti nâzil olunca, onları yemeğe dâvet etti. Amcaları Ebû Tâlib, Hz. Hamza, Hz. Abbas ve Ebû Leheb ile birlikte kırka yakın akrabası evine geldiler. Yenilip içildi. Ebû Leheb onun konuşmasına fırsat vermeden söze başladı. Sen söyleyeceklerini daha önceleri bize söyledin. Bu dâvâyı bırak. Senin bize yaptığın kötülüğü hiç kimse yapmadı, gibi sözlerle Efendimiz’e hakaret etti. Onun konuşmasına fırsat vermedi. Sonra da herkes kalkıp gitti. Cebrâil aleyhisselâm tekrar geldi ve akrabalarını uyarması gerektiğini hatırlattı. Peygamber aleyhisselâm akrabalarını yine yemeğe dâvet etti. Sonra onlardan kendisini himâye etmelerini istedi. Muhtelif kimseler söz aldılar. Amcası Ebû Tâlib ile halası Safiyye onu Ebû Leheb’e karşı müdâfaa ettiler. Yakın akrabalarını daha geniş bir çerçevede uyarmak isteyen Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem birgün Safâ Tepesi’ne çıktı. Bütün yakınlarına “Ey Abdülmuttalib oğulları! Ey Abdümenâf oğulları! Ey Zühre oğulları!...” diye ayrı ayrı seslendi. Sesini duyanlar kalkıp geldiler. Resûlullah Efendimiz onlara önce Allah’a ve Resûlü’ne imân etmeleri gerektiğini hatırlattı. Daha fazla konuşmasına dayanamayan Ebû Leheb, Efendimiz’e fırlatmak üzere eline bir taş aldı: - Yuh sana! Bizi bunun için mi topladın? diye bağırdı. Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem onun bu kabalığına ve saygısızlığına bakmadan Kureyş kabilesinin bütün kollarını ve yakın akrabalarını birer birer sayarak kendilerini uyardı. “Kendinizi cehennemden kurtarın!” uyarısıyla Nebiyy-i Muhterem Efendimiz onları taptıkları putları bırakmaya, sadece Allah’a imân ve ibadet etmeye çağırmakta; Allah’a imân etmeden cehennem ateşinden kurtulmanın mümkün olamayacağını belirtmektedir. Hadîs-i şerîfin sonunda yer alan “Aramızdaki akrabalık bağı sebebiyle sizinle ilgimi kesmeyeceğim”, sözü konumuzla doğrudan ilgilidir. Efendimiz bu sözüyle, müslüman olmadı diye bir akraba ile ilgiyi kesmemek gerektiğini dile getirmektedir. Bir gün din kardeşimiz olması ihtimâl dâhilinde bulunan bir kimseyle ilgiyi kesmek, onu İslâmiyet’ten soğutmak anlamını taşır. Bu da doğru bir hareket değildir. Müslüman olmayan bir akraba sıkıntıya düştüğünde ona yardım etmek, başına bir kötülük geldiğinde ona el uzatmak müslüman olan akrabanın görevidir. Akrabalık bağı, işte böylesine önemlidir. Bazı rivayetlerde Peygamber aleyhisselâm’ın yakınlarını uyardıktan sonra onlara: “Malımdan neyi dilerseniz isteyin!” buyurduğu görülmektedir. Bu sözüyle Efendimiz onlara, siz benim en yakın akrabamsınız. Malım, mülküm size fedâ olsun. Benden dünya malı isteyin vereyim. Fakat sizi Allah’ın azâbından kurtarmaya gücüm yetmez, demiş olmaktadır. Hadisin bazı rivayetlerine göre Efendimiz akrabalarına hitaben: “Kendinizi Allah’tan satın alın! Yoksa sizi Allah’ın azâbından kurtarmak elimden gelmez” buyurmuştur. Efendimiz’in bu uyarısı ne kadar anlamlıdır! Bugün öyle kimseler vardır ki, benim babam hâfızdı. Dedem büyük âlimdi. Büyük annem şöyle Kur’ân-ı Kerîm okurdu diye onlarla iftihar ederler ve bu sözlerle dindar olduklarını anlatmaya çalışırlar. Böyle dindar insanların soyundan geldikleri için âhiret hayatını garantiye aldıklarını zannederler. Halbuki Peygamber Efendimiz en yakın akrabalarına “Kendinizi Allah’tan satın alın! Yoksa sizi Allah’ın azâbından kurtarmak elimden gelmez” diye seslenmekte ve kendisine güvenmemelerini hatırlatmaktadır. O dehşetli kıyamet gününde kimsenin kimseye fayda vermeyeceği bir gerçektir. Bu acı gerçeği unutmamak gerekir. “Yakın akrabalarını uyar!” âyeti geldikten sonra Peygamber Efendimiz’in müşrikleri böyle toplantılarla birkaç defa uyardığı anlaşılmaktadır. Nitekim bir defasında yine Safâ Tepesine çıkarak: - “Baskın vaar!” diye bağırdı. Sonra da Kureyş kabilesinin kollarına birer birer seslendi. Araplarda böyle bir âdet vardı. Önemli haberler böyle duyurulurdu. Müşrikler etrafına toplanınca: - “Ne dersiniz? Şu dağın eteğinden birtakım atlıların gelmekte olduğunu size haber versem, bana inanır mısınız? diye sordu. Müşrikler hep bir ağızdan: - Biz şimdiye kadar senin yalan söylediğini görmedik, dediler. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: –“Gelmekte olan şiddetli bir azâbı size haber veriyorum!” deyince Ebû Leheb öfkelendi: - Yazıklar olsun sana! Bizi bunun için mi topladın? diyerek çekip gitti. Bunun üzerine şu sûre nâzil oldu: “Ebû Leheb’in elleri kurusun! Kendisi de helâk olsun!” (Müslim, Îmân 355). Peygamber aleyhisselâm’a pek çok fenalık yapan bu amcası olacak herif ve şirret karısı, mü’minlerin diliyle Tebbet sûresi’nde on beş asırdır lânetlenip dururlar. Hadisten Öğrendiklerimiz 1. Akrabalarla ilgiyi kesmemek, onlara kol kanat germek nasıl bir görevse, onlara dinî bilgi ve şuur vermeye çalışmak da bir görevdir. 2. Büyük bir insanın akrabası olduğunu söyleyerek onlara güvenmek kimseye fayda sağlamaz. İnsanı kurtaracak olan imânı ve ibadetleridir. 3. İslâm’ı tebliğe yakın akrabadan başlamak gerekir. | |
| | | Muhamed Dolaku Antar-aktiv
Numri i postimeve : 3478 Data e regjistrimit : 16/09/2011 Mosha : 78 Nacionaliteti-Sheti : R e Kosovës, Mitrovicë
| Titulli: Re: Riyâzü’s-Sâlihîn - İmâm Nevevî Wed 6 Jun 2012 - 20:34 | |
| 332. Ebû Abdullah Amr İbni Âs radıyallahu anhümâ şöyle dedi: Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’i gizli değil açıkca şöyle buyururken dinledim: “(Akrabam olan) Falan oğulları ailesi benim dostlarım değildir. Benim dostlarım Allah Teâlâ ile iyi mü’minlerdir. Fakat ötekilerle aramızda akrabalık bağı bulunduğu için kendileriyle ilgimi kesmeyeceğim.” Buhârî, Edeb 14; Müslim, Îmân 366 Amr İbni Âs Mekke’nin önemli tüccarlarından biriydi. Mekke fethinden önce müslüman oldu. Askerî ve siyâsî kabiliyeti yüksek olduğu için Hz. Peygamber tarafından bazı seriyyelere kumandan tâyin edildi. Hz. Peygamber’in vefatından sonra Hulefâ-yi Râşidîn devrinde pek çok savaşlara kumandan olarak katıldı. Hz. Ömer’e Mısır’ın fethedilmesi gereğini kabul ettirdi. Hazırlanan ordunun başına geçerek Bizans ordusunu imhâ etti. Önce İskenderiye’yi daha sonra da Mısır’ı fethetti ve oraya vali oldu. Mısır’da büyük şehircilik hizmetleri yaptı. Hz. Osman’ın şehid edilmesinden sonra onun intikamını almak düşüncesiyle Muâviye İbni Ebû Süfyân’ın saflarına katıldı. Sıffîn Savaşı’nda ve daha sonraları ona büyük destek sağladı. Muâviye İbni Ebû Süfyân’ın halife ilan edilmesinden sonra tekrar Mısır valiliğine getirildi ve 43 (664) yılında vefat edene kadar burada kaldı. Ebû Abdullah diye adıyla künye aldığı oğlu Abdullah İbni Amr İbni Âs, en çok hadis bilen sahâbîlerden biriydi. Amr İbni Âs’dan kırk kadar hadis rivayet edildi. Allah hem ondan hem de oğlu Abdullah’dan razı olsun. Açıklamalar Bu hadîs-i şerîf kimlerin dost olabileceğini ortaya koymaktadır. Dost olmaya lâyık iki varlık vardır. Biri Allah Teâlâ, diğeri de iyi mü’minlerdir. Müslüman olan ve dinin güzel saydığı iyi davranışlarıyla kendilerini kabul ettiren kimseler sevilmeye ve dost edinilmeye elverişli kimselerdir. Peygamber aleyhisselâm’ın dostlarının kimler olduğu Allah Teâlâ tarafından belirtilmiş ve şöyle buyurulmuştur: “..Onun dostu ve yardımcısı Allah’tır. Cebrâil de, iyi mü’minler de onun dostu ve yardımcısıdır” [Tahrîm sûresi (66), 4]. Resûl-i Ekrem Efendimiz işte bu âyet-i kerîmeye dayanarak dostlarının kimler olduğunu kısaca belirtmiştir. Demekki sadece akrabalık bağı, birini gönülden sevip dost kabul etmek için yeterli değildir. Peygamber Efendimiz demek istiyor ki, “İyi mü’minler akrabam olmasalar bile benim dostlarımdır. İyi mü’min olmayanlar ise, akrabam bile olsalar, benim dostlarım değildir.” Şüphe yok ki, hem akraba hem de iyi müslüman olan kimseler, sevilmeye ve dost kabul edilmeye en lâyık insanlardır. Efendimiz’in hadisini şöyle yorumlayabiliriz: Ben hiç kimseyi sırf akrabamdır diye dost edinip sevmem. Ben sadece Allah’ı severim. Çünkü O’nu sevmek ve O’na karşı en üstün saygıyı beslemek herkesin görevi ve kulluk borcudur. İyi mü’minleri de Allah rızası için severim. Onların gönüllerindeki samimi imân, davranışlarındaki iyi niyet ve dürüstlük sebebiyle kendilerini dost kabul ederim. Gönlümü onlara açarım. Onların akrabam olup olmamaları önemli değildir. Bununla beraber akrabalarımdan da büsbütün vazgeçmem. Çünkü akrabam olmaları sebebiyle onların benim üzerimde hakları vardır. Bu hak da onları arayıp sormak, hatırlarını almak ve gerektiğinde kendilerine yardım etmekten ibarettir. Hadisten Öğrendiklerimiz 1. Din kardeşliği, kan kardeşliğinden üstündür. 2. Bir mü’min, imân etmeyen kimseyi, akrabası bile olsa, dost kabul edemez. | |
| | | Muhamed Dolaku Antar-aktiv
Numri i postimeve : 3478 Data e regjistrimit : 16/09/2011 Mosha : 78 Nacionaliteti-Sheti : R e Kosovës, Mitrovicë
| Titulli: Re: Riyâzü’s-Sâlihîn - İmâm Nevevî Wed 6 Jun 2012 - 20:34 | |
| 333. Ebû Eyyûb Hâlid İbni Zeyd el-Ensârî radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre bir adam: - Yâ Resûlallah! Beni Cennete götürüp cehennemden uzaklaştıracak davranışı haber ver, dedi. Bunun üzerine Peygamber aleyhisselâm şöyle buyurdu: - “Allah’a ibadet edip ona hiçbir şeyi denk tutmazsın. Namazı kılar, zekâtı verir ve akrabanı koruyup gözetirsin.” Buhârî, Edeb 10; Müslim, Îmân 14. Ayrıca bk. Nesâî, Salât 10 Ebû Eyyûb el-Ensârî Adı Hâlid İbni Zeyd olmakla beraber Ebû Eyyûb künyesiyle tanındı. Hicretten sonra Medineli müslümanlara, Peygamber’e ve müslümanlara yardım edenler anlamında ensâr dendiği için el-Ensârî nisbesiyle anıldı. Peygamber Efendimiz Medine’ye hicret edince onu bir müddet evinde misafir ettiği için de Mihmandâr-ı Nebî diye meşhur oldu. Hicretten iki yıl kadar önce hanımıyla birlikte İslâm diniyle şereflendiler. Böylece İslâmiyet’i ilk kabul eden Medineliler arasında yer aldı. Resûl-i Ekrem Efendimiz Medine’ye hicret edince Medineli müslümanların her biri onu evinde misafir etmek istedi. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem onları gücendirmemek için güzel bir yol buldu. Deveyi serbest bırakalım; nereye çökerse, oraya en yakın eve misafir olayım, dedi. Deve birkaç yere çöktü, kalktı. Resûlullah Efendimiz üzerindeydi. Sonuncu defasında çöktükten sonra bir daha kalkmadı. Oraya en yakın ev Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin eviydi. Ebû Eyyûb Kâinâtın Güneşi’ni evinde misafir etme bahtiyarlığına erdi. Mescid-i Nebevî’nin bitişiğindeki hücreler yapılıncaya kadar, yedi ay boyunca Resûl-i Ekrem onun misafiri oldu. Ebû Eyyûb’un evi iki katlıydı. Ziyaretçilere kolaylık olsun diye Efendimiz giriş katını tercih etmişti. Fakat bir gece üst kattaki su kabı devriliverdi. Ebû Eyyûb ile karısı aşağıya su akmasın diye kadife yorganlarıyla suyu silmeye çalıştılar. Su aşağıya damlar da Resûlullah’ı rahatsız eder diye sabaha kadar uyumadılar. Ertesi sabah Ebû Eyyûb Efendimiz’in yanına gelerek: Anam babam sana fedâ olsun, yâ Resûlallah! Senin aşağıda, bizim yukarıda bulunmamız doğru bir şey değil. Ne olur üst kata siz taşının, diye yalvardı. Efendimiz de onu kırmamak için üst kata taşındı. Ebû Eyyûb’un evi yedi ay boyunca bir okul oldu. Herkes Resûlullah’ın yanına gelip İslâmiyet’i ondan öğrendiler. Efendimiz de bu güzel evin sahiplerine dualar etti. Onlara hayır ve bereketler diledi. Ebû Eyyûb her zaman Peygamber Efendimiz’in etrafında pervâne oldu. Cesur ve yiğit bir insandı. Birgün Mescid-i Nebevî’de münafıklar Peygamber Efendimiz’e karşı saygısızlık denebilecek bir davranışta bulundular. Ebû Eyyûb onların yanına vardı, en fazla saygısızlık eden herifin ayağından tutarak sürükleyip dışarı çıkardı ve: - “Pis herif, yuh olsun sana!” diyerek suratına şiddetli bir tokat attı. Diğer müslümanlar da ötekileri aynı şekilde dışarı attılar. Peygamber aleyhisselâm ile birlikte bütün savaşlara katılan Ebû Eyyûb, onu savaşlarda bile yalnız bırakmaz, tehlike sezdiği gecelerde onun çadırı etrafında kendiliğinden nöbet tutardı. Ebû Eyyûb ashâb-ı kirâm’ın âlimlerinden biriydi. Müslümanlar bazı problemlerini ona götürür ve ondan fetvâ alırlardı. Okuma yazma bildiği için Efendimiz’e vahiy kâtipliği yaptı. Bir hadisi Peygamber Efendimiz’den bizzat işiten Ukbe İbni Âmir’in ağzından duymak için Medine’den kalkıp Mısır’a gitti. Ve ondan “Kim dünyada bir mü’minin ayıbını örterse, kıyamet günü Allah da onun ayıbı örter” hadisini dinledi. Hayatı savaşlarda geçtiği için kendisinden ancak 155 hadis rivayet edilebildi. Peygamber Efendimiz’in vefatından sonra yapılan savaşlara katıldı. Mısır, Suriye, Filistin ve Kıbrıs seferlerinde bulundu. Devlet adamlarının uygun olmayan davranışlarını yüzlerine karşı söyler, onları uyarırdı. Ebû Eyyûb yaşlılık döneminde bile her yıl bir savaşa katılırdı. Muâviye İbni Ebû Süfyân devrinde yapılan Kostantiniye seferine katılarak İstanbul’a geldi. Şehir uzun zaman kuşatıldı. Bu arada Ebû Eyyûb el-Ensârî hastalandı. Ölünce kendisini en ileri noktaya götürüp orada defnetmelerini vasiyet etti. 52 (672) yılında vefat etti. İslâm askerleri onu omuzlarına alarak harb ede ede surlara doğru yaklaştılar ve uygun gördükleri yere defnettiler. Ebû Eyyûb o günden bu yana İstanbul’un aziz misafiridir. Allah ondan razı olsun. Açıklamalar Kısa yoldan cennete girmeyi ve cehennemden kurtulmayı arzu eden soru sahibi bizzat Ebû Eyyûb el-Ensârî olabileceği gibi bir başka sahâbî de olabilir. Hadîs-i şerîfin bazı rivayetlerinden öğrendiğimize göre, adamın biri ashâb-ı kirâmı yara yara Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in yanına geldi. O sırada Peygamber Efendimiz bineğinin üzerinde bulunuyordu. Adamın bu telâşı sahâbîleri meraklandırdı. - Nesi var bu adamın? dediler. Peygamber Efendimiz adama yol vermelerini söyleyerek: - “Kendine göre önemli bir işi var” buyurdu. O zât Efendimiz’in yanına gelince bineğinin dizginine yapıştı ve: - Yâ Resûlallah! Beni cennete götürüp cehennemden uzaklaştıracak hareket nedir, söyle! dedi. Bazı rivayetlerde belirtildiğine göre bu adam çölde yaşayan bir bedevi idi. Adamın problemini ve neye ihtiyacı olduğunu bilen Resûlullah Efendimiz de ona öncelikle imânın ana esasını öğretti ve sadece Allah’a inanması gerektiğini ve onun dışında hiçbir şeye tapmaması icab ettiğini söyledi. Peşinden de ibadetin en önemli iki esasını hatırlattı. Beden vergisi olan namaz ile mal vergisi olan zekât borçlarını ödemesini tavsiye etti. Belki de bu zât akrabasını ihmâl eden biriydi. Bu sebeple ona ahlâkın ana esası olan akrabaya karşı vefakârlık borcunu yerine getirmesini söyledi. Sorularının cevabını alan sahâbî geri dönüp giderken Efendimiz arkasından baktı ve yanındaki arkadaşlarına: - “Eğer bunlara sımsıkı sarılırsa cennete girer” buyurdu. Bu hadis 1214 numarayla tekrar görülecektir. Hadisten Öğrendiklerimiz 1. Akrabayı koruyup gözetmek yani sıla-i rahim, dinin temel esaslarından biridir. 2. Cennete girebilmek ve cehennemden kurtulabilmek için, hadiste sayılan din esaslarıyla birlikte akrabayı arayıp sormak ve kendileriyle ilgilenmek şarttır. | |
| | | Muhamed Dolaku Antar-aktiv
Numri i postimeve : 3478 Data e regjistrimit : 16/09/2011 Mosha : 78 Nacionaliteti-Sheti : R e Kosovës, Mitrovicë
| Titulli: Re: Riyâzü’s-Sâlihîn - İmâm Nevevî Wed 6 Jun 2012 - 20:35 | |
| 334. Selmân İbni Âmir radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Peygamber aleyhisselâm şöyle buyurdu: “Biriniz orucunu açacağı zaman hurma ile açsın; çünkü hurma bereketlidir. Eğer hurma bulamazsa orucunu su ile açsın; çünkü su temizdir.” Peygamber aleyhisselâm sözüne devamla şöyle buyurdu: “Yoksula verilen sadaka bir sadaka, akrabaya verilen sadaka ise iki sadaka yerine geçer: Biri sadaka sevabı, öteki de akrabayı koruyup gözetme sevabıdır.” Tirmizî, Zekât 26. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Savm 21; Nesâî, Zekât 82; İbni Mâce, Sıyâm 25, 28 Selmân İbni Âmir Hz. Peygamber zamanında hayli yaşlı bir sahâbî idi. Resûlullah Efendimiz’in vefatından sonra Basra’ya gidip yerleşti. Kendisinden kardeşinin kızı Ümmü’r-Râih Rebâb, iki ünlü tâbiî Muhammed İbni Sîrîn ile kızkardeşi Hafsa Binti Sîrîn ve daha başkaları hadis öğrendi. Rivayet ettiği hadislerin sayısı 13’tür. Hayatı hakkında fazla bilgi bulunmayan Selmân İbni Âmir, 41 (661) yılından sonra Basra’da vefât etti. Allah ondan razı olsun. Açıklamalar Resûl-i Ekrem Efendimiz hurmanın bereketli bir gıda olduğunu söyleyerek orucun onunla açılmasını tavsiye buyuruyor. Hurmanın en belirgin özelliği, besleyici bir gıda olmasıdır. Nitekim hurma yetiştiren ülkelerde bu değerli besin, ekmek gibi yenmektedir. Akşama kadar acıkıp dermanı azalan vücuda, hurma gibi çok besleyici bir gıdanın girmesi, bedeni güçlendirir ve vücuda kısa yoldan enerji kazandırır. Sofrada hurma yoksa orucun su ile açılması tavsiye buyurulmaktadır. Hatta Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem’in kışın hurma ile yazın da su ile orucunu açtığı söylenmektedir (Tirmizî, Savm 10). Efendimiz temiz olduğunu belirttiği su ile orucunu açtığı zaman: “Susuzluk gitti. Damarlar serinledi ve inşallah sevap kazanıldı” (Ebû Dâvûd, Sıyâm 22) buyururdu. Özellikle sıcak ve uzun yaz günlerinde, dilin damağın iyice kuruduğu bir sırada su ile iftar edilmesinin vücuda kazandırdığı canlılığı bu hadîs-i şerîf ne güzel ifade etmektedir. Hadîs-i şerîfin konumuzla ilgili ikinci kısmında, “Yoksula verilen sadaka bir sadaka, akrabaya verilen sadaka ise iki sadaka yerine geçer: Biri sadaka sevabı, öteki de akrabayı koruyup gözetme sevabı” buyurulmaktadır. 328 numaralı hadisi açıklarken de belirtildiği gibi, akrabayı koruyup kollamak, yardıma muhtaç olanlarının yardımına koşmak insanî bir görevdir. Malımız mülkümüz, paramız pulumuz bize geçici olarak verilmiş bir emânettir. Allah Teâlâ bu imkânları bize değil de, sıkıntı içinde bulunan yakınımıza verebilirdi. Çünkü bütün varlık O’nundur ve O, mülkü üzerinde dilediği gibi tasarruf eder. Mülkünü muhtaç durumdaki akrabamıza değil de bize lutfetmiştir ve buna karşılık bizden bazı görevler beklemektedir. Bu görevlerden biri, elimizdeki imkânı yakınlarımızla paylaşmak, onları koruyup gözetmektir. Bize verilen nimetleri yakınlarımızla paylaştığımız zaman, nimeti verene karşı şükür görevini de yerine getirmiş oluruz. Dünya yatırım yeri, âhiret bu yatırımların kârını toplama ülkesidir. Birikmiş paramızı daha iyi değerlendirebilmek için neye, nereye yatırım yapmamız gerektiğini bilenlere sorar, danışır, öğreniriz. Peygamber Efendimiz bize âhiret yatırımı konusunda kendiliğinden danışmanlık yapmakta ve akrabaya harcanacak paranın iki misli sevap kazandıracağını belirtmektedir. Ne güzel danışmanlık ve ne güzel yatırım... Hadisimiz 1241 numarayla tekrar görülecektir. Hadisten Öğrendiklerimiz 1. Orucu hurma ile, yoksa zeytin veya su ile açmalıdır. 2. Hayır yapmadan önce, nasıl hareket edersem daha çok sevap kazanırım diye araştırma yapmalıdır. 3. Yapılacak hayırlarda önce akrabayı düşünmelidir. Çünkü onlara yapılacak hayırın iki kat sevabı vardır. | |
| | | Muhamed Dolaku Antar-aktiv
Numri i postimeve : 3478 Data e regjistrimit : 16/09/2011 Mosha : 78 Nacionaliteti-Sheti : R e Kosovës, Mitrovicë
| Titulli: Re: Riyâzü’s-Sâlihîn - İmâm Nevevî Wed 6 Jun 2012 - 20:35 | |
| 335. İbni Ömer radıyallahu anhümâ’dan rivayet edildiğine göre şöyle dedi: Çok sevdiğim bir kadınla evliydim. Babam Hz. Ömer o kadını beğenmiyordu. Bu sebeple bana: - Onu boşa! dedi. Ben de boşamak istemedim. Bunun üzerine Ömer radıyallahu anh Peygamber aleyhisselâm’a gelerek durumu anlatmış. Peygamber aleyhisselâm da: - “O kadını boşa!” diye emretti. Ebû Dâvûd, Edeb 120; Tirmizî, Talâk 13. Ayrıca bk. İbni Mâce, Talâk 36 Açıklamalar Peygamber Efendimiz’in boşanmaya karşı olduğu ve bu görüşünü, “Allah Teâlâ’nın en sevmediği helâl, eşini boşamaktır” (Ebû Dâvûd, Talâk 3; İbni Mâce, Talâk 1) hadisiyle dile getirdiği bilinmektedir. Fakat bu hadiste Abdullah İbni Ömer’i babasının sözünü dinleyerek karısını boşamaya teşvik ettiği görülmektedir. Meselenin özü şudur: Sebepsiz yere boşanmak ve bunu âdet hâline getirmek günahtır. Allah Teâlâ böyle kimseleri ve onların bu sorumsuzca davranışlarını sevmez. Ama ortada boşamayı gerektiren bir durum varsa, boşanmakta hiçbir günah yoktur. Hatta bazan boşanmak en iyi çâredir. Bu hadiste ve bir sonraki hadiste babanın veya annenin sözüne bakarak boşanma konusu üzerinde durulmaktadır. Hatıra şöyle bir soru gelmektedir: Bütün anne ve babaların sözüne bakarak eşini boşamak gerekir mi? Konuyu iki bakımdan ele almak uygun olacaktır. Biri, hadisimizin râvisi Abdullah İbni Ömer’in özel durumu; diğeri de, daha sonraki devirlerde ve günümüzde yaşayanların durumu. Abdullah İbni Ömer’e boşanmasını teklif eden baba Hz. Ömer’dir. Hz. Ömer farklı bir insandır. Onun dindarlığı, Allah korkusu ve kul hakkına saygısı, daha sonra gelenlerle ölçülemeyecek kadar üstündür. Adalet timsâli olması sebebiyle de kimseye haksızlık etmeyeceği, hele gelinini zor durumda bırakmak istemeyeceği şüphesizdir. Oğluna karısını boşamayı tavsiye ettiğine göre, demekki gelininde bağışlanamayacak bir kusur vardı. Oğlu Abdullah karısına âşık olduğu için onun bu kusurunu görmüyordu. Çünkü aşırı sevgi insanı sağır ve kör yapar. Seven insan, sevdiğinin kusurunu farkedemez. Gelininde gördüğü kusur, bağışlanması mümkün olan bir kusur olsaydı, herhâlde Hz. Ömer onu bağışlardı. Oğlunu sevdiği kadından ayırmayı ve onu üzmeyi istemezdi. Şu halde bu kusur oğlunun dinî ve mânevî hayatına zarar verecek mâhiyette önemli bir kusurdu. Konuyu öğrendiği zaman Hz. Peygamber’in Abdullah İbni Ömer’i hemen yanına çağırması ve ona “Karını boşa!” buyurması Hz. Ömer’in haklı olduğunu göstermektedir. Vaktiyle Hz. İbrahim’in de oğlu Hz. İsmâil’i ziyarete geldiğinde gelinini beğenmediği ve oğluna karısını boşaması anlamında “Eşiğini değiştirsin!” diye haber bıraktığı, onun da babasının emrini yerine getirdiği bilinmektedir (bk. 1871 numaralı hadis). Abdullah İbni Ömer eşini boşama konusunda biri babasından, diğeri Resûl-i Ekrem’den olmak üzere iki emir almıştı. Hem öyle bir babaya hem de Resûlullah’ın buyruğuna elbette karşı gelemezdi. Emirlere uydu ve karısını boşadı. Meselenin bizleri ilgilendiren tarafına gelince: Bir anne veya babanın yahut her ikisinin birden, “Karını boşa!” tarzındaki tavsiyelerini kabul etmek gerekir mi? Hayır, gerekmez. Hiçbir baba ve anne, bu konuda sahâbîler kadar titizlik gösteremez. Günümüzde bir babanın veya annenin yahut her ikisinin birden oğullarına, senin karının şöyle şöyle kusurları var şeklindeki şikâyetlerine bakarak eşini boşamak doğru değildir. Bilhassa yaşlı anne ve babalar, herhangi bir davranışına kızdıkları gelinlerini kusurlu göstermeye çalışırlar. Onu çeşitli bahânelerle oğullarının gözünden düşürmek isterler. Bazıları da ileri yaşın getirdiği zihnî yorgunluk ve bunama sebebiyle olur olmaz şeyi mesele yaparlar. Aslında yaşlıların bu nevi hissî hükümlerini anlamak o kadar zor değildir. Bir insan anne ve babasının eşiyle ilgili şikâyetlerini bizzat değerlendirmeli ve bu konuda kararı kendisi vermelidir. Zamanla ve bilhassa eğitim yoluyla giderilmesi mümkün olan hataları ve noksanları büyütmemelidir. Çok zor durumda kalındığı zaman, dindar ve aklı başında kimselere danışmalı, onların görüş ve tecrübelerinden faydalanmalıdır Hadisten Öğrendiklerimiz 1. Ana babanın dine aykırı olmayan buyruklarına uymak gerekir. 2. Mü’minler Peygamberlerinin buyruğuna hiç tereddüt etmeden uyarlar. 3. Bir mü’min, dine aykırı olan arzularını terk etmek zorundadır. 4. Gerekmedikçe kimsenin ayıbı ortaya dökülmemelidir. | |
| | | Muhamed Dolaku Antar-aktiv
Numri i postimeve : 3478 Data e regjistrimit : 16/09/2011 Mosha : 78 Nacionaliteti-Sheti : R e Kosovës, Mitrovicë
| Titulli: Re: Riyâzü’s-Sâlihîn - İmâm Nevevî Wed 6 Jun 2012 - 20:35 | |
| 336. Ebü’d-Derdâ radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre, bir adam ona gelerek: - Benim bir karım var. Annem ise onu boşamamı emrediyor. Ne yapmalıyım? diye sordu. Ebü’d-Derdâ radıyallahu anh ona şu cevabı verdi: - Ben Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in: “Anne ve baba, cennete en ortadaki kapıdan girmeye vesile olur” buyurduğunu işittim. Artık sen o kapıyı ister bırak, ister elinde tut.Tirmizî, Birr 3. Ayrıca bk. İbni Mâce, Talâk 36 Açıklamalar Ebü’d-Derdâ hazretleri, kendisine soru soran tâbiîye, annenin sözünü dinleyerek karını boşa mı demek istiyor, acaba? Hayır. Verdiği fetvalarla tanınan İslâm’ın ilk kazaskeri Ebü’d-Derdâ hazretleri, bu soruya cevap vermek yerine, genel prensipleri hatırlatmayı uygun buluyor. Anne ve babanın önemini belirten hadîs-i şerîfi naklettikten sonra, karşısındaki şahsı bu hadisin ışığında aydınlatıyor ve onu annesine saygı göstermeye, onun arzularını yapmaya, bir dediğini iki etmemeye teşvik ediyor. Cennete girmenin çeşitli yolları bulunduğunu, fakat bunların içinde en garantili olan yolun anne ve babayı hoşnut etmek olduğunu belirtiyor. Ama annesinin sözüne bakarak karısını boşaması gerektiğini açıkca söylemiyor. Onu kendi tercihine bırakıyor. Şu rivayet bunu daha açık bir şekilde göstermektedir: Bir adam Ebü’d-Derdâ’ya gelerek: - Karım amcamın kızıdır. Ben onu çok seviyorum. Annem ise onu boşamamı istiyor, dedi. Ebü’d-Derdâ şu cevabı verdi: - Ben sana ne karını boşa derim, ne de annene karşı gel derim. Ama sana Resûlullah’tan duyduğum bir hadisi söylemek isterim. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’i: “Anne, cennete en ortadaki kapıdan girmeye vesile olur” buyururken işittim. Şimdi sen bu kapıya ister sıkı sıkıya yapış, istersen elinden bırak (Ahmed İbni Hanbel, Müsned, V, 198). Bu hadiste, oğluna boşanması için ısrar edenin anne olduğu, İbn Hibbân’ın rivayetinde ise baba olduğu açıkca görülmektedir (el-İhsân bi tertîbi Sahîhi İbni Hibbân, I, 326-327). Anne ve babaya saygı gösterilmesi gereği Cenâb-ı Hakk’ın emridir. Efendimiz bu konuyu şöyle özetlemiştir: “Allah Teâlâ’nın rızası, anne ve babayı hoşnut ederek kazanılır. Allah Teâlâ’nın gazabı, anne ve babayı öfkelendirmek suretiyle çe-kilir” (Tirmizî, Birr 3). Cennete gitmenin en kestirme ve en garantili yolu anne ve babayı hoşnut etmektir. Şayet onlar çocuklarını Allah Teâlâ’nın bir yasağını çiğnemeye zorluyorlarsa veya bir önceki hadiste geçtiği üzere, oğullarını Cenâb-ı Hakk’ı gücendirecek bir boşamaya teşvik ediyorlarsa, onların bu isteğine uymamak gerekir. Hadisten Öğrendiklerimiz 1. Anne ve babaya saygı insanı cennete götürdüğü gibi, orada en yüce makamları elde etmeye vesile olur. 2. Cennet kapılarının en değerlisi, ortadaki kapıdır. Anne ve babasına iyi davrananlar cennete oradan gireceklerdir. 3. Anne babaya karşı gelmek büyük günahlardandır. 4. Anne ve babanın isteği yerine getirildiği zaman bir başkasına haksızlık yapılmayacaksa, onların gönülleri hoş edilmelidir. | |
| | | Muhamed Dolaku Antar-aktiv
Numri i postimeve : 3478 Data e regjistrimit : 16/09/2011 Mosha : 78 Nacionaliteti-Sheti : R e Kosovës, Mitrovicë
| Titulli: Re: Riyâzü’s-Sâlihîn - İmâm Nevevî Wed 6 Jun 2012 - 20:36 | |
| 337. Berâ’ İbni Âzib radıyallahu anhümâ’dan rivayet edildiğine göre Peygamber aleyhisselâm şöyle buyurdu: “Teyze anne sayılır.” Tirmizî, Birr 6. Ayrıca bk. Buhârî, Sulh 6, Megâzî 43; Ebû Dâvûd, Talâk 35 Açıklamalar Bu kısa fakat son derece özlü hadîs-i şerîfin hoş bir sebeb-i vürûdu (söylenmesine sebep olan olay) vardır: Berâ İbni Âzib’in rivayet ettiğine göre Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem hicretin altıncı yılında umre yapmak maksadıyla ashâbıyla birlikte Mekke’ye gitti. Fakat Mekkeli müşrikler onların umre yapmasına izin vermediler. Bunun üzerine Efendimiz ile Mekkeli müşrikler Hudeybiye mevkiinde bir anlaşma yaptılar. Bu anlaşmaya göre müslümanlar bir yıl sonra Mekke’ye gelecekler ve orada üç gün kalarak umre yapacaklardı. Ertesi yıl Resûlullah Efendimiz ashâbıyla birlikte Medine’den hareketle Mekke’ye geldi ve orada üç gün kalarak umresini yaptı. Tam dönecekleri sırada, Uhud gazvesinde şehid olan Hz. Hamza’nın kızı Ümâme (veya Umâre) Peygamber Efendimiz’in arkasından: - Amcacığım, amcacığım, diye bağırarak gelmeye başladı. Hz. Ali bu yavruyu kucakladığı gibi, devenin üzerinde bulunan sevgili hanımı Hz. Fâtıma’ya uzattı: - Amcanın kızını al! dedi. Medine’ye varınca bu yetim yavruyu evine almak için üç kişi arasında anlaşmazlık çıktı. Hz. Ali: - O benim amcamın kızıdır. Onun terbiyesini ve bakımını üstlenmek herkesten çok benim hakkımdır, dedi. Hz. Ali’nin ağabeyi Ca`fer-i Tayyâr: - O benim de amcamın kızı olduğu gibi karım da onun teyzesidir. Onu benim alıp götürmem daha uygun olur, dedi. Resûl-i Ekrem Efendimiz’in âzatlısı ve Hz. Hamza ile aralarında kardeşlik bağı kurduğu Zeyd İbni Hârise de: - O benim (din) kardeşimin kızıdır. Bana herkesten daha yakındır, diye ortaya çıktı. İşte o zaman meseleyi Resûlullah Efendimiz’e götürmek ve onun vereceği hükme göre hareket etmek icap etti. Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem: - “Teyze anne sayılır” buyurarak çocuğu Câfer-i Tayyâr’ın götürmesini uygun gördü. Sonra bu davranışlarından memnun olduğu üç yakınına ayrı ayrı iltifat etti. Hz. Ali’ye: - Sen bana bağlısın, ben de sana, buyurdu. Ca`fer-i Tayyâr’a: - Senin hem görünüşün hem de huyun bana benzer, buyurdu. Zeyd İbni Hârise’ye dönerek: - Sen bizim kardeşimiz, dostumuzsun, diye gönlünü aldı (Buhârî, Sulh 6). Peygamber Efendimiz küçük Ümâme’yi “teyze anne sayılır” diyerek himâyesine teslim ettiği Esmâ Binti Umeys, ilk müslümanlardan olup çok değerli bir sahâbiyyedir. Meymûne annemizin kızkardeşi olması sebebiyle de Peygamber Efendimiz’in baldızıdır. Esmâ, müşriklerin ezâ ve cefâsından kurtulmak için kocası Ca`fer İbni Ebû Tâlib ile birlikte Habeşistan’a hicret etti ve orada tam on dört sene kaldı. Hz. Ca`fer Mûte savaşında şehid olduktan sonra önce Hz. Ebû Bekir ile evlendi. Hz. Ebû Bekir vefat edince onu elleriyle yıkadı. Daha sonraları Hz. Ali ile evlendi. Hadîs-i şerîf, annesi ölen bir çocuğa teyzesinin daha iyi sahip olacağını ve onu daha iyi yetiştireceğini göstermektedir. Bu hadisten şöyle bir sonuca varmak mümkündür: Çocuğun anne tarafından akrabaları, ona baba tarafından akrabalarına göre daha iyi bakar ve terbiyesiyle daha iyi meşgul olurlar. Nitekim Ümâme’nin, aynı zamanda Peygamber Efendimiz’in halası olan Safiyye Binti Abdülmuttalib o günlerde hayatta olduğu hâlde, çocuğun ona verilmesi söz konusu bile olmadı. Atalarımız bu hadisi “teyze ana yarısıdır” diye dilimize aktarmışlardır. Bu hadîs-i şerîf ve atasözü, teyzenin yeğenine olan sevgi ve şefkatini dile getirmektedir. Şüphesiz bazı özel durumları dikkate almakta fayda vardır. Teyzenin dul kalıp aileden olmayan biriyle evlenmesi, yeni kocasının yetim çocuğu kabul etmek istememesi veya adamın güvenilir biri olmaması gibi durumlarda meseleyi yeniden gözden geçirmek ve o yavruyu kendisine en iyi bakacak ellere teslim etmek gerekebilir. Çocuğun şahsının ve malının korunması, İslam Hukuku’nda velâyet ve vesâyet bahislerinde, fiilen bakımı ve terbiyesi ise “hidâne” konusunda ele alınmıştır. Doğumundan kendisine yeterli hâle gelinceye kadar çocuğun bakımı ve terbiyesiyle kimin meşgul olacağı, çocuğun menfaati açısından bu konuda öncelik hakkının kime verileceği, bu hakka sahip olan kişide ne gibi özelliklerin aranacağı İslâm Hukuku’nda belirlenmiştir. Çocuğun kendisine teslim edileceği şahıslar arasında kadınlara öncelik hakkı verilir. Ruh ve beden sağlığı yerinde olmayan, etrafına güven vermeyen kimselere çocuk teslim edilmez. Çocuğun kendisine emanet edileceği kadın, öncelikle onun annesi, ablası, teyzesi gibi yakını olacak, çocuğun aralarında yaşayacağı aile ve muhit güven verecektir. Bu konuda geniş bilgi almak için Hayreddin Karaman’ın Mukayeseli İslâm Hukuku (I, 340-343) ve Anahatlarıyla İslam Hukuku (II, 140-144) adlı eserlerine bakılabilir . Hadisten Öğrendiklerimiz 1. Teyze yeğenine anne gibi yakındır. Gerektiğinde onun himâyesini üzerine almaya en lâyık olan teyzedir. 2. Anne tarafındaki akrabalar daha yakındır. 3. Akrabaya sahip çıkmak, onları koruyup gözetmek gerekir. Riyâzü’s-sâlihîn müellifi Nevevî bu konuyu bitirirken diyor ki: “Ana Babaya İyilik ve Akrabayı Ziyaret” konusunda meşhur pekçok sahih hadis vardır. Daha önce zikredilen mağaraya sığınan üç kişi hadisi (nr. 13) ile Cüreyc hadisi (nr.261) bu konuyla ilgilidir. Bahsi uzatmamak için buraya almadığım meşhur hadislerin en önemlilerinden biri Amr İbni Abese tarafından rivayet edilen ve İslâm esaslarına, İslâm edeblerine dair pekçok konuyu içine alan ve tamamı “Allah’ın Rahmetini Ümid Etmek” bahsinde zikredilecek olan (bk. nr. 439) şu hadistir: Amr İbni Abese der ki: Mekke’de Peygamberliğin ilk günlerinde Peygamber aleyhisselâm’ın huzuruna vardım ve ona: - Sen kimsin, necisin? diye sordum. - “Peygamberim” diye cevap verdi. - Peygamber ne demek? dedim. - “Beni Allah gönderdi” dedi. - Seni hangi görevle gönderdi? diye sordum. - “Akrabayı koruyup gözetmek, putları kırmak ve Allah’ın bir olduğunu belirtip ona ortak koşulmaması gerektiğini anlatmakla görevlendirdi” dedi. | |
| | | Muhamed Dolaku Antar-aktiv
Numri i postimeve : 3478 Data e regjistrimit : 16/09/2011 Mosha : 78 Nacionaliteti-Sheti : R e Kosovës, Mitrovicë
| Titulli: Re: Riyâzü’s-Sâlihîn - İmâm Nevevî Wed 6 Jun 2012 - 20:38 | |
| 41. ANA BABAYA KARŞI GELMENİN VE AKRABA İLE İLGİYİ KESMENİN HARAM OLDUĞU
Âyetler 1. “(Ey münâfıklar!) İş başına geçecek olursanız, yeryüzünde bozgunculuk çıkarmak ve akraba ile ilgiyi kesmek sizden beklenmez mi? İşte Allah’ın lânetlediği, kulaklarını sağır ve gözlerini kör ettiği kimseler bunlardır.” Muhammed sûresi (47), 22-23 Âyet-i kerîme münafıkların en belirgin özelliklerinden birinin, iş başına geçtikleri zaman yeryüzünde bozgunculuk çıkarıp ortalığı karıştırmak olduğunu söylüyor. Onlar Câhiliye devrinde yağmacılıkla, talan ve vurgunla yuvaları yıkıp perişan ederlerdi. Kız çocuklarını diri diri toprağa gömmekten çekinmezlerdi. İkinci önemli özellikleri ise akraba ile ilgiyi kesmek, onları arayıp sormamak, yardımlarına koşmamaktı. Akrabalar arasında tatsızlık çıkarırlar, birbiriyle çekişip dururlardı. İşte Allah Teâlâ böyle yapan kimseleri lânetlemiştir. Onların kulaklarını sağır ettiği için ilâhî sözü duyup anlamazlar. Gözlerini kör ettiği için gerçekleri göremezler. Onlar işte böylesine düşüncesiz kimselerdir. Demekki akrabayı arayıp sormamak, onları ziyaret edip gönüllerini almamak, elden gelen yardımı yapmamak mü’minlerin değil münafıkların özelliğidir. Peygamber Efendimiz’in muhtelif hadislerinde belirttiğine göre akrabayı ziyaret etmek Allah Teâlâ’nın hoşnutluğunu kazanmaya, cennete girmeye ve ömrün uzamasına vesile olur. Akraba ile ilgiyi kesmek ise Allah Teâlâ’nın rahmetinden uzaklaşmaya ve cehennemi boylamaya sebep olur. 2. “Onlar Allah’a söz verdikten sonra verdikleri sözü bozarlar, Allah’ın gözetilmesini emrettiği kimselerle ilgiyi keserler ve yeryüzünde bozgunculuk yaparlar. İşte onlar lânete uğramışlardır; cehennem de onlar içindir.” Ra`d sûresi (13), 25 Allah Teâlâ insanları daha dünyaya getirmeden önce kendilerinden bir söz almıştı. Bu sözleşmeye göre O’nu rableri kabul edecekler ve ona asla karşı gelmeyeceklerdi. Fakat insanların bir kısmı sözlerinde durmayıp vefasızlık ettiler. Verdiği sözden caymak, akraba ile ilgiyi kesmek ve yeryüzünde fesat çıkarmak münafıklara özgü davranışlardır. Âyet-i kerîmenin konumuzla ilgili yanı şudur: Akrabalık haklarını gözetmeyi bizzat Allah Teâlâ emrettiği için bir mü’min akrabasıyla ilgisini kesemez. Onları ihmâl edip unutamaz. Kendilerine asla fenalık yapamaz. Böylesi vefasızlık ancak münafıklardan beklenir. 3. “Rabbin şöyle emretti: Sadece Allah’a ibadet edeceksiniz. Ana ve babanıza iyi davranacaksınız. Onlardan biri veya her ikisi senin yanında yaşlanırsa, sakın onlara “of!” bile deme! Onları azarlama! Onlara saygıyla hitap et! Onlara merhamet ederek tevâzu kanadlarını aç da, “Rabbim! Küçüklüğümde onlar beni nasıl şefkatle büyüttülerse, sen de onlara öyle merhamet et, de!” İsrâ sûresi (17), 23-24 Bir önceki konuda bu âyet-i kerîme yine geçmiş ve orada şöyle açıklanmıştı: Birçok âyet-i kerîmede Allah’a ibadet emrinin hemen peşinden ana ve babaya itaatin gelmesi çok mânalıdır. Bunu şöyle anlamak uygun olur: Sen yüzüne konan bir sineği bile kovamayacak kadar güçsüzken, annen ile babanda, Allah’ın yetiştirip büyütme, merhamet edip koruma sıfatları kendini gösterdi. Öyleyse sen öncelikle Allah’ın birliğini kabul edecek, onun peşinden de ana ve babana iyilik ve itaat edeceksin. Onlar senin yanında yaşlanacak olursa, hoşuna gitmeyecek bir hareket yaptıklarında sakın onları azarlama; gönüllerini kırma! Bir zamanlar sen de hoşa gitmeyen işler yaptığında, annen ve baban seni anlayışla karşılardı. Şimdi onlar yaşlandı. Senin çocukluk günlerinde yaptıklarına benzer garip hareketler yapabilirler; yersiz bulacağın sözler söyleyebilirler. Sen de onlara aynı şekilde anlayış göster; şefkatli ve merhametli ol! Bununla da kalma, onlara merhamet etmesi, günahlarını bağışlaması için Cenâb-ı Hakk’a dua edip yalvar! | |
| | | Muhamed Dolaku Antar-aktiv
Numri i postimeve : 3478 Data e regjistrimit : 16/09/2011 Mosha : 78 Nacionaliteti-Sheti : R e Kosovës, Mitrovicë
| Titulli: Re: Riyâzü’s-Sâlihîn - İmâm Nevevî Thu 7 Jun 2012 - 21:16 | |
| Hadisler 338. Ebû Bekre Nüfey İbni Hâris radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: - “Büyük günahların en ağırını size haber vereyim mi?” diye üç defa sordu. Biz de: - Evet, yâ Resûlallah, dedik. Resûl-i Ekrem: - “Allah’a şirk koşmak, ana babaya itaatsizlik etmek” buyurduktan sonra, yaslandığı yerden doğrulup oturdu ve “İyi dinleyin, bir de yalan söylemek ve yalancı şâhitlik yapmak” buyurdu. Bu sözü durmadan tekrarladı. Daha fazla üzülmesini istemediğimiz için keşke sussa, diye arzu ettik. Buhârî, Şehâdât 10, Edeb 6, İsti’zân 35, İstitâbe 1; Müslim, Îmân 143. Ayrıca bk. Tirmizî, Şehâdât 3, Birr 4, Tefsîru sûre (4) 5 Açıklamalar Günahlar büyük ve küçük günah olmak üzere iki kısma ayrılmaktadır. Kur’an’da veya hadiste ağır tehdit, lânet ve ceza öngörülen suçlar büyük günah kabul edilmektedir. Hadisimizde büyük günahlardan üçü sayılmıştır. Bunlar: Allah’a ortak koşmak, ana babaya itaatsizlik etmek, yalancılık ve yalancı şâhitlik yapmaktır. Bir sonraki hadiste bunlara haksız yere adam öldürmek ve yalan yere yemin etmek suçları ilâve edilmiştir. 1618 ve 1797 numaralı hadislerde insanı helâk eden yedi suç adıyla büyü yapmak, fâiz yemek, yetim malı yemek, savaştan kaçmak ve namuslu kadınlara iftira etmek suçlarının bunlara ilâve edildiği görülecektir. Nitekim Sünen-i Nesâî’deki muhtasar bir rivayette görüldüğü üzere Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem büyük günahların hangileri olduğunu soran bir sahâbîye, bunların yedi tâne olduğunu söylemiştir (Tahrîm 3). Peygamber Efendimiz bazı buyrukları, kolay öğrenilmesi için gruplar hâlinde saymıştır. Büyük günahları da muhtelif hadîs-i şerîflerde ikili, üçlü, dörtlü kümeler içinde bildirmiştir. Tanınmış muhaddis Zeynüddin el-Irâkî Peygamber Efendimiz’in ve ashâb-ı kirâmın büyük günah diye saydıkları suçların kırk kadar olduğunu söylemektedir. Bazı âlimler büyük günahları müstakil eserlerde toplayıp açıklamışlardır. Örnek olarak şöhretli âlimlerimizden Zehebî’nin (ö. 748/1347) el-Kebâir ve beyâni’l-mehârim, İbni Hacer el-Heytemî’nin (ö. 974/1566) ez-Zevâcir an iktirâfi’l-kebâir adlı eserlerini sayabiliriz. İbn Hacer el-Heytemî dinin bütün yasaklarını iki ciltten oluşan eserinde ayrı ayrı incelemek suretiyle büyük günahların 467 tane olduğunu söylemiştir. Büyük günahların birinci derecede ağırı, şüphesiz Allah Teâlâ’ya ortak (şirk) koşmak, yâni onun gibi bir başka ilah veya ilahlar bulunduğunu ileri sürmektir. Abdullah İbni Mes`ûd hazretleri en büyük günâhın ne olduğunu merak etmiş ve Resûlullah Efendimiz’e: - Allah katında en büyük günah hangisidir? diye sormuş, Efendimiz de ona verdiği cevapta: - “Seni yaratmış olduğu hâlde Allah’a şirk koşmandır” buyurmuştur (Müslim, Îmân 141). Kur’ân-ı Kerîm insanın yapabileceği en büyük zulüm ve haksızlığın Allah’a şirk koşmak olduğunu belirtmiştir [Lokman sûresi (31), 13]. İkinci en büyük günah, ana babaya veya onlardan birine âsi olmaktır. Konumuzun başındaki üçüncü âyet-i kerîmede görüldüğü gibi ana babaya itaat Allah Teâlâ’ya itaatle yanyana zikredilmiş ve “Rabbin şöyle emretti: Sadece Allah’a ibadet edeceksiniz. Ana ve babanıza iyi davranacaksınız” buyurulmuştur. Burada Efendimiz konuyu olumsuz yönden ele aldığı ve ona itaat değil itaatsizlik açısından baktığı için Allah’a isyân ile ana babaya isyânı yine yanyana zikretmiştir. Farz-ı ayn olmayan cihâda gidebilmek için bile ana babanın iznini arayan yüce dinimiz, onların günah olmayan her buyruklarını yapmayı emretmekte, istemedikleri şeyden de uzak durmayı tavsiye etmektedir. İnsanın iyiliği veya kötülüğü, varlığının sebebi olan ana veya babasına veya onlardan birine davranışıyla ortaya çıkar. Ana ve babasına iyilik etmeyen birinden başkalarına nasıl iyilik beklenebilir? Yüzüne konan sineği bile kovalamaya mecâli olmadığı, ihtiyacını ve sıkıntısını bildirmeye güç yetiremediği bir devreden itibaren kendisini el bebek gül bebek yetiştiren insanlara kötü davranan bir kimse herkese fenalık yapabilir. Anasına ve babasına iyi davranmayan birinden ne vatana ne millete ne de insanlığa bir fayda gelir. Üçüncü en büyük günah yalan söylemek ve yalancı şâhitlik yapmaktır. Yüce Kitab’ımızda yalan söylemekle, Allah’a itaatsizliğin simgesi olan puta tapmak bir tutulmuş ve “O hâlde putlara saygı göstermekten ve yalan sözden sakının” buyurulmuştur [Hac sûresi (22), 30].Yalan yere şâhitlik yapılarak bir insanın çiğnenen hakkının büyük veya küçük olması arasında bir fark yoktur. Yalanı en ağır suçlardan biri yapan husus, birine şuurlu olarak haksızlık etmektir. Diğer bir söyleyişle helâli haram, haramı da helâl saymaktır. İki büyük günahı söyledikten sonra sıra üçüncüsüne gelince Resûlullah’ın dayandığı yerden doğrulup oturması, yalancılığın ve yalancı şâhitliğin ne büyük bir haram olduğunu iyice anlatmak içindir. Çünkü insanlar günlük hayatlarında yalana sık sık başvururlar. Daha kötüsü, yalan söylemeyi fazla önemsemezler. Bazı insanlar ne büyük haksızlık ettiklerini bile düşünmeden, hatır için yalancı şâhitlik yapabilirler. Yalanı ve yalancı şâhitliği büyük suç yapan hususlardan biri, verdiği zararın yaygın olmasıdır. Şirkin fenalığı genellikle insanla rabbi arasındadır. Yalanda ise durum öyle değildir. Yalan ve yalancı şâhitlik suçunun büyüklüğü, verdiği zararın büyüklüğü ile ölçülür. Peygamber Efendimiz’in büyük günahları saymaya başlamadan önce üç defa “Büyük günahların en ağırını size haber vereyim mi?” diye sorması, söyleyeceği sözün önemine ve dolayısıyla bu günahların ne derece ağır olduğuna ashâbının dikkatini çekmek içindir. Hadisimizin sonundaki bir ifadeden ashâb-ı kirâmın Resûl-i Ekrem Efendimiz’i ne kadar çok sevdiğini görmekteyiz. Onun yalandan ve yalancı şâhitlikten sakındırırken mübarek nefesini tüketmesine pek üzülmüşler ve bu sebeple keşke sussa da kendini daha fazla yormasa diye temenni etmişlerdir. Bu hadis 1554 numarayla tekrar görülecektir. Hadisten Öğrendiklerimiz 1. Günahlar büyüklü küçüklüdür. 2. Günahın büyüklüğü, verdiği zararın büyüklüğü ile ölçülür. 3. Büyük günahların en ağırı Allah’a şirk koşmak, ana babaya itaatsizlik etmek ve yalan söylemek, yalancı şâhitlik yapmaktır. 4. Peygamber Efendimiz ümmetine olan şefkati sebebiyle onları günahlardan sakındırmak için kendisini âdetâ paralamıştır. 5. Ashâb-ı kirâm Peygamber Efendimiz’i çok sevdikleri için onun üzülmesine gönülleri razı olmazdı. | |
| | | Muhamed Dolaku Antar-aktiv
Numri i postimeve : 3478 Data e regjistrimit : 16/09/2011 Mosha : 78 Nacionaliteti-Sheti : R e Kosovës, Mitrovicë
| Titulli: Re: Riyâzü’s-Sâlihîn - İmâm Nevevî Thu 7 Jun 2012 - 21:16 | |
| 339. Abdullah İbni Amr İbni Âs radıyallahu anhümâ’dan rivayet edildiğine göre Peygamber aleyhisselâm şöyle buyurdu: “Büyük günahlar şunlardır: Allah’a ortak koşmak, ana babaya itaatsizlik etmek, haksız yere adam öldürmek ve yalan yere yemin etmek.” Buhârî, Eymân ve’n-nüzûr 16, Diyât 2, İstitâbetü’l-mürteddîn 1. Ayrıca bk. Tirmizî, Tefsîru sûre (4) 6; Nesâî, Tahrîm 3, Kasâme 48 Açıklamalar Bu hadiste dört büyük günahtan sözedilmektedir. Bunlardan ilk ikisi olan Allah’a ortak koşmak ve ana babaya itaatsizlik etmek suçları, bir önceki hadiste de ilk iki sırada yer almıştı. Bu iki büyük günahın öncelikle ve yanyana zikredilmesinin sebebi şudur: Allah Teâlâ insanı ölümden sonra başlayacak ölümsüz bir hayatı ve orada gözlerin görmediği tükenmez nimetleri kazansın diye yaratmıştır. İnsanı yaratmak için de ana ile babayı birer vâsıta kılmıştır. Demek ki insan, yoktan vâredilmesine sebep olan varlıklara karşı minnet borçludur. Bu minneti unutup onlara nankörlük etmesi ise iki büyük günahtır. “Haksız yere adam öldürmek”, sebep olduğu fenalıklar bakımından şirkten hemen sonra gelen bir günah olarak kabul edilmiştir. Allah Teâlâ’nın belirttiğine göre [Mâide sûresi (5), 32], haksız yere cana kıyan kimse, bütün insanları öldürmüş sayılır. Üstelik Allah’ın verdiği canı, hiçbir yetkisi olmadığı hâlde almaya kalkmıştır. Zira cana kıyanın canına kıyılması gerektiğine dair hüküm verme yetkisi, yeryüzünde bozgunculuk yapanı öldürme hakkı şahıslara değil, devlete verilmiştir. “Yalan yere yemin etmek”, tıpkı yalan söylemek ve yalancı şâhitlik yapmak gibi büyük günahlardan biridir. Hadisin râvilerinden şöhretli muhaddis Şa`bî’nin (ö. 103/721) açıkladığına göre yalan yere yemin, bir müslümanın malını haksız yolla elde etmek için yapılan yemindir. Böylesi haksız yemin insanı önce günaha daldırdığı, ardından da cehenneme soktuğu için “yemîn-i gamûs” diye adlandırılmıştır. (bk. 1718 numaralı hadis) Hadisimizde insanın önce Rabbine, sonra en yakını olan ana babasına, daha sonra da insanlara karşı kulluk, evlatlık ve insanlık görevlerini yapmamaktan kaynaklanan suçlar sıralanmıştır. Bu hadiste büyük günahlardan sadece dördünün sayılmasının çeşitli sebepleri olabilir. Bu dört günah, büyük günahların en ağırı olabilir. Belki de bu hadisin söylendiği yerde bulunan kimselerin durumu, kendilerine özellikle bu günahları hatırlatmayı gerektiriyordu. Öğretim kolaylığı sebebiyle o sırada sadece bunlar söylenmiş olabilir. Hadisten Öğrendiklerimiz 1. Allah’a şirk koşmak, ana babaya itaatsizlik etmek, haksız yere adam öldürmek ve yalan yere yemin etmek en büyük günahlardır. 2. İnsana yakışan, bu tüyler ürperten suçlardan şiddetle kaçınmaktır. | |
| | | Muhamed Dolaku Antar-aktiv
Numri i postimeve : 3478 Data e regjistrimit : 16/09/2011 Mosha : 78 Nacionaliteti-Sheti : R e Kosovës, Mitrovicë
| Titulli: Re: Riyâzü’s-Sâlihîn - İmâm Nevevî Thu 7 Jun 2012 - 21:17 | |
| 340. Yine Abdullah İbni Amr İbni Âs radıyallahü anhümâ’dan rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: - “Bir kimsenin kendi ana babasına sövmesi büyük günahlardandır” buyurmuştu. Ashâb-ı kirâm: - Yâ Resûlallah! İnsan kendi ana babasına hiç söver mi? deyince: - “Evet, tutar birinin babasına söver, o da onun babasına söver. Birinin anasına söver, o da onun anasına söver” buyurdu. Müslim, Îmân 146. Ayrıca bk. Tirmizî, Birr 4 Başka bir rivayete göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: - “İnsanın kendi ana babasına lânet etmesi en büyük günahlardandır” buyurmuştu. Ashâb-ı kirâm: - “Yâ Resûlallah! Bir kimse kendi ana babasına nasıl söver?” deyince: - “Birinin babasına söver, o da onun babasına söver. Adamın anasına söver, o da onun anasına söver” buyurdu. Buhârî, Edeb 4. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Edeb 120 Açıklamalar Ana babaya itaatsizlik etmenin en büyük günahlardan olduğu, bundan önceki iki hadiste de zikredildi. Burada ise yine itaatsizlik demek olan ana ve babaya sövme ve onlara sövülmeye sebep olma günahları ele alınmaktadır. Anasına veya babasına başkalarını sövdüren evlatlar çok olmakla beraber, terbiyesizlik çukurunun dibine indiği için onlara bizzat söven hayırsız evlatlar da vardır. Ebeveynine hakaret edilmesine imkân veren kimselerin bu yaptığı büyük günah sayıldığına göre, onlara bizzat söven evlatların suçu şüphesiz en büyük günahlardan biri olur. Ashâb-ı kirâm ana babaya bizzat sövecek evlatların bulunmasına pek ihtimal vermedikleri için, böyle hayırsızlar da olabilir mi diye sordukları zaman, Resûl-i Ekrem Efendimiz bu günahın dolaylı olarak yapılan yaygın şeklini hatırlatmıştır. Birine sövmenin doğuracağı kötülükler, âyet-i kerîmede bir başka açıdan ele alınmıştır. Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Allah’tan başkasına tapanlara (ve onların putlarına) sövmeyin. Sonra onlar da bilmeyerek Allah’a söverler” [En`âm sûresi (6), 108]. Hem bu âyet-i kerîme hem de hadisimiz günaha girilmesine imkân hazırlayan yolların kapatılmasını tavsiye etmektedir. İşte bu sebeple her günahı bir yılan gibi görmesi gereken mü’min, günahlardan uzak durduğu gibi, insanı günahlara götüren sebeplerden de uzak durmalıdır. Bu prensibi konumuza uygulayarak şöyle diyebiliriz: İnsan kavga ederken birinin yakınına sövdüğü zaman, onun da aynı şekilde hakaret edeceğini kesinlik derecesinde bilmeli ve kimseye sövmemelidir. Hadisten Öğrendiklerimiz 1. Ana ve babaya sövmek çok büyük bir günahtır. 2. Ana ve babaya sövülmesine imkân ve fırsat vermek onlara itaatsizlik etmektir. 3. Başkalarına sövüp hakaret eden kimse, kendi yakınlarına hakaret edilmesine sebep olacağı için bu kötü davranıştan vazgeçmelidir. 4. İnsan bir sözü anlamadığı zaman, ashâb-ı kirâmın yaptığı gibi, sorup öğrenmelidir. | |
| | | Muhamed Dolaku Antar-aktiv
Numri i postimeve : 3478 Data e regjistrimit : 16/09/2011 Mosha : 78 Nacionaliteti-Sheti : R e Kosovës, Mitrovicë
| Titulli: Re: Riyâzü’s-Sâlihîn - İmâm Nevevî Thu 7 Jun 2012 - 21:17 | |
| 341. Ebû Muhammed Cübeyr İbni Mut’ım radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Akrabasıyla ilgisini kesen kimse cennete giremez.” Buhârî, Edeb 11; Müslim, Birr 18, 19. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Zekât 45; Tirmizî, Birr 10 Cübeyr İbni Mut’ım Resûl-i Ekrem Efendimiz’in akrabalarından olan Cübeyr, uzun bir süre İslâmiyet’i kabul etmedi. Peygamber Efendimiz’i öldürmeye karar veren heyette o da bulundu. Bedir Gazvesi’nde müşriklerin arasında yer aldı. Uhud Gazvesi’nde kölesi Vahşî Hz. Hamza’yı şehid edince çok sevindi. Fakat Hudeybiye antlaşmasından hemen sonra (628 yılında) İslâmiyet’i kabul etti ve çok samimi bir müslüman oldu. Cübeyr İbni Mut`ım soy ilmi demek olan ensâbı Hz. Ebû Bekir’den öğrendi. Hz. Ömer, hilâfeti devrinde onun bu bilgisinden faydalandı. Yumuşak huylu ve uzak görüşlü bir sahâbî olan Cübeyr, Peygamber Efendimiz’den altmış hadis rivayet etti ve 58 (678) yılında Medine’de Hakk’ın rahmetine kavuştu. Allah ondan razı olsun. Açıklamalar Hadîs-i şerîfimiz “Kesen cennete giremez” şeklinde rivayet edilmiştir. Bunu “Yol kesen cennete giremez” şeklinde anlamak mümkündür. Ancak hadisin Sahîh-i Müslim’deki iki rivayetinden biri “Akrabasıyla ilgisini kesen cennete giremez” şeklindedir. Demek ki hadisimiz akrabasıyla ilgiyi kesenleri tehdit etmektedir. Akraba ve hısımlarını unutan kimselere dinimizin nasıl baktığı bu hadiste pek güzel anlatılmaktadır. Akrabasını unutanlardan memnun olmayan Allah Teâlâ’nın onları cennetine girmeye lâyık görmediği anlaşılmaktadır. Akrabanın önemini ve akrabalık duygusunun yaşatılması gerektiğini çarpıcı bir ifadeyle dile getiren hadisimiz, vefasız akrabaları tehdit etmektedir. Akrabasını ihmâl eden bu hayırsızların, hiç sıkıntı çekmeden cennete ilk girecek bahtiyarlarla birlikte olamayacakları, bu büyük şereften mahrum kalacakları belirtilmektedir. Akraba ile ilgiyi kesmek önemli bir günah olduğu için, bu suçu işleyenler, ancak cezalarını çektikten sonra cennete girebilecektir. Akrabasını ihmâl edenlerin cennete hiç girmeyeceğini söylemek mümkün değildir. Zira imânı olan herkesin, önünde sonunda cennete gireceği kesindir. Ama bir kimse akrabayı büsbütün ihmâl etmenin haram olduğunu bile bile bunun bir sakıncası bulunmadığına inanıyorsa, işte o şahıs cennete gerçekten giremez. Akrabası ile ilgiyi kesen kimsenin yaptığı zulüm ve haksızlık sebebiyle cennete girmeyi haketmediğini Peygamber Efendimiz’in şu tüyler ürperten ifadesi belirtmektedir: “Âhirette cezasını ayrıca vermekle beraber, dünyada Allah Teâlâ’nın çabucak cezalandırmasını en fazla hak eden günahlar, zulüm ve akrabasını ihmâl etmektir” (Ebû Dâvûd, Edeb 43; Tirmizî, Kıyâme 57; İbni Mâce, Zühd 23) Hadisten Öğrendiklerimiz 1. Allah Teâlâ akrabasını unutanları sevmez. 2. Cennete en önce girmek büyük bir bahtiyarlık olduğu hâlde, akrabasını unutanlar bu saâdetten mahrum kalacaklardır. 3. Akraba ile ilgiyi kesmenin hiçbir günahı yok diyenler, cennete hiç giremeyeceklerdir. | |
| | | Muhamed Dolaku Antar-aktiv
Numri i postimeve : 3478 Data e regjistrimit : 16/09/2011 Mosha : 78 Nacionaliteti-Sheti : R e Kosovës, Mitrovicë
| Titulli: Re: Riyâzü’s-Sâlihîn - İmâm Nevevî Thu 7 Jun 2012 - 21:17 | |
| 342. Ebû Îsâ Mugîre İbni Şu’be radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Allah Teâlâ size ana babaya itaatsizlik etmeyi, verilmesi gerekeni vermeyip almaya hakkı olmayan şeyi istemeyi ve kız çocuklarını diri diri toprağa gömmeyi haram kılmış; dedi kodu yapmayı, çok soru sormayı ve malı israf etmeyi de mekruh kılmıştır.” Buhârî, İstikrâz 19, Edeb 6, Zekât 53; Müslim, Akdıye 10-14 Mugîre İbni Şu’be İleri gelen sahâbîlerden olup hicretin altıncı yılında (628) Hudeybiye antlaşmasından önce müslüman oldu. Ona Ebû Îsâ künyesini Hz. Peygamber verdi. Resûl-i Ekrem ile birlikte gazvelere katıldı. Efendimiz’in mübarek vücuduna en son kendisinin dokunduğunu söylerdi. Anlattığına göre Hz. Ali Resûl-i Ekrem’in kabr-i şerifinden çıkınca, Mugîre yüzüğünü kabre attı. Sonra da Hz. Ali’ye yüzüğünün kabre düştüğünü söyledi. Onun “in de al!” demesi üzerine kabre indi. Elini Resûl-i Kibriyâ’nın kefenine sürdükten sonra yüzüğünü alıp çıktı. Bir rivayete göre de Hz. Ali tekrar kabre inip yüzüğünü ona verdi. Daha sonraki yıllarda Yemâme savaşı ile Suriye ve Irak fetihlerine katıldı. Yermük savaşında bir gözünü kaybetti. Hz. Ömer onu önce Basra’ya, daha sonra Kûfe’ye vali tayin etti. Muâviye devrinde de uzun yıllar Kûfe valiliği yaptı. İşte bu dönemde Muâviye İbni Ebû Süfyân’ın kendisine bir mektup göndererek “Peygamber aleyhisselâm’dan duyduğun bir hadis yaz!” demesi üzerine, okumakta olduğumuz bu hadisi yazıp göndermişti (Ayrıca bk. 1785 numaralı hadis). Mugîre Arap dâhilerinden biriydi. Her problemi hâlleder, her zor işin altından başarıyla kalkardı. Bu sebeple kendisine Mugîretü’r-re’y denirdi. Evlenmeye olan düşkünlüğü yüzünden, eskisini boşayıp yenisini almak suretiyle birçok kadınla evlendiği söylenir. Kendisinden 136 hadis rivayet edilen Mugîre İbni Şu`be, Kûfe valisiyken 50 (670) yılında ve yetmiş yaşında vefat etti. Allah ondan razı olsun. Açıklamalar Resûl-i Ekrem Efendimiz bu hadis-i şerifte üçü haram, üçü mekruh olmak üzere altı meseleden sözetmiştir. Önce haram olan meseleleri açıklayalım. “Ana babaya itaatsizlik” Allah Teâlâ’nın haram kıldığı üç şeyden biridir. Sözle veya davranışla ana veya babayı üzmek, gönüllerini kırmak dinimizde büyük günahlardan biri sayılmıştır. Bazı hadislerde kıyamet gününde Allah Teâlâ’nın ana ve babasına itaatsizlik eden kimselerin yüzlerine bakmayacağı belirtilmiştir (Nesâî, Zekât 69). Ana veya baba dinin emirlerine uymaması için evlâdına baskı yapıyorsa, bu konudaki sözleri elbette dinlenmez. Hadisteki ifade “Allah Teâlâ size analara itaatsizlik etmeyi haram kıldı” şeklinde olmakla beraber, bundan annelerle birlikte babaların da kastedildiği bellidir. Ebeveyne saygı ve itaatten söz edilen bazı hadislerde sadece babanın adı geçer. Burada özellikle annelerin zikredilmesi, bazı hayırsız evlatların onların aşırı sevgi ve şefkatini kötüye kullanması sebebiyle olmalıdır. Bir de anneler bünye itibariyle babalardan daha zayıftır. Ne yazık ki bu durum bazı saygısız çocukları onlara karşı daha küstahça davranmaya sevk etmektedir. “Verilmesi gerekeni vermeyip almaya hakkı olmayan şeyi isteme” ifadesinin mânasını Ahmed İbni Hanbel’e sormuşlar, o da “elindeki malı Allah rızası için yoksullara vermemek, buna karşılık elini uzatıp başkalarından istemek” anlamına geldiğini söylemiştir. Bu ifade borcunu vermemek, buna karşılık başkalarından borç istemek anlamına da gelir. Hadîs-i şerîf cimriliği ve ihtiyacı olmadığı hâlde dilenmeyi yasaklamaktadır. Kısaca belirtmek gerekirse, parasını bir yerlere vermesi gerektiği hâlde vermemeyi, almaya hakkı olmayan şeyi de istemeyi Allah Teâlâ haram kılmıştır. “Kız çocuklarını diri diri toprağa gömme” âdeti, Câhiliye devri dediğimiz İslâm öncesi Arap toplumunda yaygındı. Kızları geçim sıkıntısını bahâne ederek veya ileride kötü yola düşer de beni topluma karşı utandırır diyerek ortadan kaldırırlardı. Bazan doğumu yaklaşan bir kadın çöle giderek bir çukurda doğum yapar, çocuk erkek olursa alıp getirir, kız olursa çukura gömüverirdi. Bazıları da kız çocuğu biraz büyüyünce gezdirme bahânesiyle onu alıp çöle götürür, bir kuyuya itip gelirdi (Geniş bilgi için bk. M. Yaşar Kandemir, Örneklerle İslâm Ahlâkı, s. 63-67). Kur’ân-ı Kerîm’in muhtelif âyetlerinde bu çirkin âdete temas edilmekte, kızı dünyaya gelen Arab’ın üzüntüsü tasvir edilmektedir. Bu âyetlerden biri şöyledir: “Onlardan birine bir kızının dünyaya geldiği müjdelendiği zaman yüzü kızarır, hiddetinden köpürür. Kendisine verilen kötü müjde yüzünden halktan gizlenmeye çalışır. Kız çocuğunu utana utana tutsun mu? Yoksa toprağa mı gömsün diye düşünür durur. Onlar ne kötü hüküm veriyorlar” [Nahl sûresi (16), 58-59]. Şimdi de mekruh olan üç meseleyi açıklayalım. “Dedi kodu” denince gereksiz, anlamsız ve faydasız konuşmalar hatıra gelmektedir. Falan şöyle şöyle dedi, filan da ona şu karşılığı verdi şeklindeki faydasız konuşmaların tekrarlanması, bir insanın özel hayatına dair konuların sohbet mevzuu yapılması birer dedi kodudur. Böylesi konuşmaların günah ve çirkin olmasının asıl sebebi, hiçbir araştırmaya dayanmayan yalan yanlış bilgilerin tekrarlanıp durmasıdır. “Her duyduğunu söylemek, insana yalan olarak yeter” hadîs-i şerîfi, dedi kodunun neden günah olduğunu göstermektedir (bk. 1551 numaralı hadis). Bununla beraber dedi kodunun daha da koyulaşarak haram olan gıybet ve kovuculuğun sınırlarına dayanması ve büyük bir günaha dönüşmesi söz konusudur. “Çok soru sormak” kötü bir alışkanlıktır. Bu huy, hem soru sorulan kimseyi rahatsız eder hem de bunu bir alışkanlık hâline getiren kimsenin gereksiz konularla uğraşmasına yol açar. Çok soru soran bazı kimseler, muhataplarını bir nevi imtihan etmek isterler. Böylece faydasız tartışmalara ve çekişmelere yol açarlar. İslâmiyet’in ilk dönemlerinde Hz. Peygamber’e çok soru sormak şu âyet-i kerîmeyle yasaklanmıştı: “Ey imân edenler! Açıklandığı takdirde hoşunuza gitmeyecek şeyleri sormayın” [Mâide sûresi (5), 101]. Çünkü ashâb-ı kirâmın Hz. Peygamber’e sorduğu bazı gereksiz sorular, bazan Allah Teâlâ’nın onlara, dolayısıyla bütün müslümanlara yeni görevler ve sorumluluklar yüklemesine yol açabiliyordu. Bu sebeple Nebiyy-i Muhterem Efendimiz “Size bildirmediğim hususları bana bırakın, sormayın” buyurmak suretiyle gerekmedikçe soru sormayı yasaklamıştı. Demek ki gereksiz sorular, insana faydadan çok zarar getirmektedir. Hadisin bu şıkkı “çok soru sorma” şeklinde anlaşıldığı gibi, “insanlardan bir şeyler isteme ve dilenme” anlamına da gelmektedir. Maddî sıkıntı çeken kimselerin, ihtiyaçlarını giderecek kadar dilenmesi, dinimizce uygun görülmüştür. Ancak Resûl-i Ekrem Efendimiz servet toplamak için dilenen kimselerin, gerçekte kendilerini yakmak üzere ateş koru biriktirdiklerini, insanlara yüz suyu döken bu kimselerin Allah Teâlâ’nın huzuruna iskelet gibi bir suratla varacaklarını belirtmiştir [bk. nr. 531, 533]. “Malı israf etmek”, onu Allah Teâlâ’nın uygun görmediği şekilde harcamak demektir. Mal insanın zaruri ihtiyaçlarını temin etmesine ve kimseye el açmadan huzur içinde yaşamasına imkân verir. Onu har vurup harman savuranlar, bir müddet sonra başkalarına muhtaç duruma düşerler. Diğer bir söyleyişle, malı âhiret azığı yaparak Allah yolunda harcamak iyi bir davranıştır. İhtiyacı olan yakınlarından başlamak üzere insan malını dilediği gibi harcayabilir; bu harcama helâldir. Dinin yasakladığı yerlere harcamak ise haramdır. Bir de canın istediği, nefsin arzu ettiği yerlere yapılan mübah harcamalar vardır. İnsanların hâline ve mal varlığına göre farklılık arzetmekle beraber, bu kabil harcamalar genellikle israf sayılmaz. Örf ve gelenekler de bu konuda bir ölçüdür. Çok zengin bir kimsenin bazı özel zevkleri için yaptığı bir harcama normal karşılandığı hâlde, orta halli birinin aynı konudaki harcaması israf sayılabilir. Şu âyet-i kerîme bu konuda en sağlam ölçüyü getirmektedir: “Onlar mallarını harcadıkları zaman israf etmezler. Cimrilik de göstermezler. İkisi arasında orta bir yol tutarlar” [Furkân sûresi (25), 67]. Hadisimiz 1786 numaralı hadisin sonunda tekrarlanacaktır. Hadisten Öğrendiklerimiz 1. Şu üç davranış haramdır: * Ana babaya itaatsizlik etmek. * Zekât, sadaka gibi verilmesi gereken harcamayı yapmamak ve almaya hakkı olmayan bir şeyi isteyip almak. * Kız çocuklarını diri diri toprağa gömmek. 2. Şu üç davranış mekruhtur: * Dedi kodu etmek. * Gereksiz sorular sormak veya dilenmek. * Malı harvurup harman savurmak. | |
| | | Muhamed Dolaku Antar-aktiv
Numri i postimeve : 3478 Data e regjistrimit : 16/09/2011 Mosha : 78 Nacionaliteti-Sheti : R e Kosovës, Mitrovicë
| Titulli: Re: Riyâzü’s-Sâlihîn - İmâm Nevevî Thu 7 Jun 2012 - 21:20 | |
| 42. BABA DOSTLARINA İKRAM
ANA, BABA DOSTLARINA, AKRABAYA, EŞİNE VE İKRAMA LÂYIK KİMSELERE İYİLİK ETMENİN FAZİLETİ
Hadisler 343. İbni Ömer radıyallahu anhümâ’dan rivayet edildiğine göre Peygamber aleyhisselâm şöyle buyurdu: “En makbul iyilik, baba dostunu koruyup gözetmektir.” Abdullah İbni Dînâr’dan rivayet edildiğine göre, Abdullah İbni Ömer radıyallahu anhümâ şöyle dedi: Bedevilerden biri Abdullah İbni Ömer’le Mekke yolunda karşılaştı. Abdullah İbni Ömer ona selâm verdi; kendi bindiği eşeğe onu bindirdi ve başındaki sarığı da ona verdi. Abdullah İbni Dinâr sözüne devamla dedi ki: Biz İbni Ömer’e: – Allah iyiliğini versin, bu adam bedevilerden biri. Onlar aza kanaat ederler, deyince bize şunları söyledi: - Bu zâtın babası, (babam) Ömer İbni Hattâb’ın dostuydu. Ben Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in şöyle buyurduğunu duydum: “En makbul iyilik, baba dostunun ailesini koruyup gözetmektir.” Abdullah İbni Dînâr’ın Abdullah İbni Ömer’den bir başka rivayeti de şöyledir: Bir defasında İbni Ömer Mekke’ye gitmek üzere yola çıktı. Deveye binmekten usandığı zaman üzerinde istirahat edeceği bir merkebiyle, başına sardığı bir de sarığı vardı. Birgün İbni Ömer eşeğin üzerinde dinlenirken bir bedeviye rastladı. Ona: - Sen falan oğlu falan değil misin? diye sordu. Adam: - Evet, deyince eşeği ona verdi ve: - Buna bin, dedi. Sarığı da ona uzatarak, bunu da başına sar, dedi. Arkadaşlarından biri İbni Ömer’e: - Allah seni bağışlasın. Üzerinde dinlendiğin eşek ile başına sardığın sarığı şu bedeviye boşuna verdin, deyince İbni Ömer şunları söyledi: - Ben Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’i “İyiliklerin en değerlisi, insanın babası öldükten sonra, baba dostunun ailesini kollayıp gözetmesidir” buyururken duydum. Bu adamın babası, (babam) Ömer radıyallahu anh’in dostuydu. Müslim, Birr 11-13. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Edeb 120; Tirmizî, Birr 5 Açıklamalar Ana baba dostları, onlardan geriye kalan en değerli birer hâtıradır. Ana baba dostlarına değer vermek, bizzat ana babaya değer vermek ve onların hâtırasına saygı göstermek anlamına gelir. İnsanı insan yapan en önemli özelliklerden biri vefâ duygusudur. Bu duygu, sevilen veya sevilmesi gereken kimselere verilen değerin bir ölçüsüdür. Vefâ duygusuna sahip olmayanlar sadece kendini, zevkini ve çıkarını düşünen bencil kimselerdir. Böyle şahıslardan, hâtıralara hürmet ve fedakârlık gibi asil davranışlar beklemek boşunadır. Hayatı güzelliklerle, güzel davranışlarla dolu olan Abdullah İbni Ömer hazretlerinin, bir baba dostunun oğluna gösterdiği bu sıcak davranış çok ibretlidir!.. Uzun ve sıkıntılı yolculuk esnasında kendisine gerekli olan bazı şeyleri gözünü kırpmadan hediye etmesi, babasına verdiği değeri ve onun hâtırasına olan bağlılığını göstermektedir. Baba dostuna, yol arkadaşlarının dediği gibi basit hediyeler değil de en lüzumlu şeyleri ikrâm etmesi, aynı zamanda onun cömertliğini ortaya koymaktadır. İbni Ömer’in vefakârlığı, hâtıralara bağlılığı pek meşhurdur. Resûl-i Ekrem Efendimiz’in vefatından sonra, bir zamanlar geçtiği yollarda onu düşünerek yürümesi, altında dinlendiği ağaçların dibinde oturup onu hatırlaması, bu ağaçlar kurumasın diye, onların dağda, bayırda bulunmasına bakmadan sulaması, Abdullah İbni Ömer’in ne büyük bir gönle sahip olduğunu ifade etmektedir. Hâtıralara bağlanmayı nostalji diye küçümseyenler, sevgi ve dostluğun engin dünyasını farkedemeyen duygu fakiri, günlük yaşayan, dar ve küçük dünyalara haps olup kalan kimselerdir. Ana baba dostlarına ve onların yakınlarına değer verenler, insanî meziyetleri gelişmiş faziletli kimselerdir. Hadîs-i şerîf bize bir de konuşma edebi ve nezâket kuralı öğretmektedir. Birini tenkid etmeden önce, tatlı bir hitap tarzıyla gönlünü alma gereğine işaret vardır. Bir bedevîye aşırı değer veriyorsun diye Abdullah İbni Ömer’i tenkid eden zât, sözlerine “Allah seni bağışlasın!” diye girerek tenkidin acılığını hafifletmeye çalışmıştır. Aslında bu incelik bir Kur’an edebidir. Peygamber Efendimiz Tebük seferine katılmamak için bahâneler uyduran bazı kimselerin ileri sürdüğü özürleri kabul ederek kendilerine izin vermişti. Allah Teâlâ Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem’in bu tutumunu beğenmedi. Onu şöyle uyardı: “Hay Allah hayrını veresice! Haklı mâzereti bulunanlar sence belli olmadan, yalancıları bilmeden niye onlara izin verdin?” [Tevbe sûresi (9), 43]. Hadisten Öğrendiklerimiz 1. Ana ve babanın ölümünden sonra onların ahbaplarını görüp gözetmek, dinimizin önem verdiği faziletli davranışlardır. 2. Ana babanın ölümünden sonra onların dostlarını arayıp sormak, ana babaya iyilik ve ikram sayılır. 3. Birini tenkid ederken gönlünü kırmamaya çalışmalıdır. | |
| | | Muhamed Dolaku Antar-aktiv
Numri i postimeve : 3478 Data e regjistrimit : 16/09/2011 Mosha : 78 Nacionaliteti-Sheti : R e Kosovës, Mitrovicë
| Titulli: Re: Riyâzü’s-Sâlihîn - İmâm Nevevî Thu 7 Jun 2012 - 21:21 | |
| 344. Ebû Üseyd Mâlik İbni Rebîa es-Sâidî radıyallahu anh şöyle dedi: Bir gün biz Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in huzurunda otururken Selemeoğulları kabilesinden bir adam çıkageldi ve: - Yâ Resûlallah! Anamla babam öldükten sonra onlara yapabileceğim bir iyilik var mı? diye sordu. Resûl-i Ekrem şöyle buyurdu: – “Evet, onlara dua eder günahlarının bağışlanmasını dilersin; vasiyetlerini yerine getirirsin; akrabasını koruyup gözetirsin; dostlarına da ikramda bulunursun.” Ebû Dâvûd, Edeb 120. Ayrıca bk. İbni Mâce, Edeb 2 Ebû Üseyd es-Sâidî Adı Mâlik İbni Rebîa olmakla beraber Ebû Üseyd künyesiyle tanındı. Medineli olup Hazrec kabilesinin Benî Sâide oğulları soyundandı. Bedir Gazvesi’nden itibaren Resûl-i Ekrem ile beraber bütün savaşlara katıldı. Mekke fethinde Benî Sâide oğullarının sancaktarıydı. Resûlullah Efendimiz’den 28 hadis rivayet etti. Ebû Üseyd kısa boyluydu. Pek sık olan saçı ve sakalı bembeyazdı. 35 (655) yılı civarında gözlerini kaybetti. 60 (679-680) yılında seksen yaşındayken Medine’de vefat etti. Bedir Gazvesi’nde bulunan ashâb-ı kirâm içinde en son vefat eden odur. Allah ondan razı olsun. Açıklamalar Peygamber Efendimiz’e bu soruyu soran sahâbînin hayırlı bir evlat olduğu anlaşılıyor. Ebeveyni hayattayken onlara karşı evlatlık görevini yapmış olmalı ki, ölümlerinden sonra yapılacak bir başka hizmet bulunup bulunmadığını öğrenmek istiyor. Peygamber Efendimiz de bu hayırlı evlâda ebeveynin ölümünden sonra yapılması gereken bazı görevleri hatırlatıyor: Birinci görev: Onlara dua edip günahlarının bağışlanmasını dilemek. 951 numaralı hadiste görüleceği üzere, bir ana baba ölür de, geride kendilerine dua eden bir çocukları kalırsa, amel defterleri hiç kapanmaz, kendilerine devamlı sevap yazılır. Ana babanın ölümünden sonra bir evlâdın onlara yapacağı ilk dua, onların cenâze namazını kılmaktır. Çünkü cenaze namazı ölü için bir duadan ibarettir. İyi bir evlat hayatı boyunca her fırsatta ana babasına dua eder. Kur’ân-ı Kerîm bir evlâdın ana babasına nasıl dua etmesi gerektiğini öğretir. Bu dualardan biri şöyledir: “Yüce Rabbim! Onlar beni küçüklüğümde nasıl koruyarak büyüttülerse, sen de onlara öyle acı ve esirge!” [İsrâ sûresi (17), 24]. Hz. İbrâhim’in ana ve babası için yaptığı, “Rabbenağfir-lî ve li-vâlideyye ve lil-mü’minîne yevme yekûmül hisâb :Rabbim! Hesap sorulduğu gün beni, anamı babamı ve mü’minleri bağışla!” [İbrâhim sûresi (14), 41] duasını, namazlarımızda hep okuruz. Hz. Nûh’un da ana ve babası için buna benzer bir duası vardır [Nûh sûresi (71), 28]. İkinci görev: Vasiyetlerini yerine getirmek. Hayatlarında yapmaya fırsat bulamadıkları veya ölümlerinden sonra yapılmasını uygun gördükleri bazı görevleri veya hayırları onlar adına yapmak gerekir. Üçüncü görev: Akrabasıyla ilgilenmek. Diğer bir ifadeyle onlar sayesinde kendileriyle akrabalık bağı kurulan kimseleri görüp gözetmek. Baba tarafından amcalar, amca çocukları ve diğer yakınlar; anne tarafından dayılar, dayı çocukları ve diğer yakınlar bizim akrabamızdır. Onlarla anne ve babamız sayesinde akraba olmuşuzdur. Bu akrabalığı devam ettirmek bizim görevimizdir. Gerektiğinde yardımlarına koşmak, zaman zaman hatırlarını sorup gönüllerini almak anne ve babamıza duyduğumuz sevgi, saygı ve bağlılığın bir göstergesidir. Dördüncü görev: Ana ve babanın dostlarına iyilik ve ikram etmek. Ana ve babanın devamlı görüşüp konuştuğu, kendilerine yakınlık duyduğu kimseler; huyları, hayat görüşleri ve bazı alışkanlıklarıyla bize ana ve babamızı hatırlatırlar. Ana ve baba dostlarını görünce, ebeveynimizi görmüş gibi oluruz. Onlara iyilik etmekle, artık kendilerine ikramda bulunma şansını yitirdiğimiz ana ve babamıza ikram etmiş gibi oluruz. Güzel dinimiz bize bu görevi vermekle, hâtıralara saygılı olmanın ve onları yaşatmanın güzelliğini de ortaya koymaktadır. Hadisten Öğrendiklerimiz 1. Ana ve baba henüz hayattayken ve onların hayır dualarını alma fırsatı varken, bir evlat bu fırsatı iyi değerlendirmelidir. 2. Ölümlerinden sonra çocukları onlara dua etmeli ve Cenâb-ı Hak’dan günahlarını affetmesini dilemelidir. 3. Vasiyetlerini uygulamalı, dine ters düşmeyen arzularını yerine getirmelidir. 4. Akrabasıyla ilgiyi devam ettirmeli ve onları koruyup gözetmelidir. 5. Dostlarının hatırını sayıp onlara iyilik ve ikramda bulunmalıdır. | |
| | | Muhamed Dolaku Antar-aktiv
Numri i postimeve : 3478 Data e regjistrimit : 16/09/2011 Mosha : 78 Nacionaliteti-Sheti : R e Kosovës, Mitrovicë
| Titulli: Re: Riyâzü’s-Sâlihîn - İmâm Nevevî Thu 7 Jun 2012 - 21:22 | |
| 345.Âişe radıyallahu anhâ şöyle dedi: Peygamber aleyhisselâm’ın hanımlarından hiçbirini Hatice’yi kıskandığım kadar kıskanmadım. Üstelik onu (Resûl-i Ekrem’in yanında) hiç görmedim. Fakat Resûl-i Ekrem onu sık sık anardı. Bir koyun kesip etini parçaladığında, çoğu zaman Hatice’nin dostlarına gönderirdi. Bazan (dayanamayıp) Resûl-i Ekrem’e: - Sanki dünyada Hatice’den başka kadın kalmadı! derdim. Resûl-i Ekrem: - “O şöyle şöyleydi” diye özelliklerini sayar ve “Çocuklarım ondan oldu”, derdi. Buhârî, Menâkıbü’l-ensâr 20; Müslim, Fezâilü’s-sahâbe 74-76. Ayrıca bk. Tirmizî, Birr 70, Menâkıb 70 Bir rivayete göre Hz. Âişe: - Resûl-i Ekrem koyun kesecek olursa, Hatice’nin arkadaşlarına yeteri kadar gönderirdi, dedi. Buhârî, Menâkıbü’l-ensâr 20; Müslim, Fezâilü’s-sahâbe 74 Başka bir rivayete göre ise Hz. Âişe şöyle dedi: Resûl-i Ekrem koyun kestiği zaman, “Ondan Hatice’nin arkadaşlarına da gönderin” derdi. Müslim, Fezâilü’s-sahâbe 75 Başka bir rivayete göre Hz. Âişe şöyle dedi: Hatice’nin kızkardeşi Hâle Binti Huveylid birgün Resûlullah’ın huzuruna girmek için izin istemişti. Resûl-i Ekrem Hatice’nin sesini hatırladı ve: “Allahım, bu Huveylid kızı Hâle!” diye heyecanlandı. Buhârî, Menâkıbü’l-ensâr 20; Müslim, Fezâilü’s-sahâbe 78 Açıklamalar Vefakârlık Resûl-i Ekrem Efendimiz’in en önde gelen özelliklerinden biriydi. Onun bu özelliği, ilk eşi ve çile yoldaşı Hz. Hatice’nin şahsında âdetâ billurlaşır. Zira Hz. peygamber, meleğin kendisine vahiy getirdiğini söylediği zaman, herkes ondan şüphelendi. Fakat Resûl-i Ekrem’i çok iyi tanıyan Hz. Hatice, hiç tereddüt etmeden ona imân etti. Malını mülkünü emrine verdi. Allah’ın Resûlü’nü bütün varlığıyla destekledi. Hayatlarının yirmi dört yılını birlikte yaşadıkları böyle bir hayat arkadaşını, öyle bir vefakâr elbette unutamazdı. İslâm’ın ilk günlerinde yaşadıkları sıkıntılar ve bu sıkıntılara birlikte göğüs germeleri unutulacak gibi değildi. İşte bu sebeple Nebiyy-i Muhterem Efendimiz onu her fırsatta anar, hâtırasını yâd ederdi. Hatice annemizin fedakârlığına Cebrâil aleyhisselâm bile hayrandı. Bu vahiy meleği birgün Resûl-i Ekrem Efendimizle sohbet ediyordu. Hz. Hatice’nin elinde bir kapla gelmekte olduğunu haber verdi. Sonra da şunları söyledi: - “Hatice yanına geldiği zaman, ona Rabbinden ve benden selâm söyle! Ona cennette inciden yapılmış bir saray verileceğini müjdele!” (Buhârî, Menâkıbü’l-ensâr 20). Birini iyi taraflarıyla fazlaca anmak, ona duyulan sevgi ve bağlılığın en belirgin işaretidir. Bunu çok iyi bilen Hz. Âişe annemiz, Resûlullah’ın onu daha çok sevdiğini anlayarak kıskanmıştır. Onun: “Sanki dünyada Hatice’den başka kadın kalmadı!” demesi bu kıskançlığın en açık belirtisidir. Kıskançlık duygusu Hz. Âişe’yi zaman zaman Hz. Hatice aleyhinde daha ağır konuşmaya sevketmiştir. Bir defasında Hatice annemizin kızkardeşi Hâle, Efendimiz’in huzuruna girmek için izin istemişti. Hâle’nin sesi Hz. Hatice’nin sesine çok benzediği için vefakâr eşini hatırlayıveren Resûl-i Ekrem Efendimiz âniden heyecanlandı ve: - “Allahım, bu Huveylid kızı Hâle!” dedi. Bu manzarayı gören Hz. Âişe dayanamadı: - İhtiyarlıktan ağzının dişleri dökülmüş ve bir zamanlar ölüp gitmiş Kureyşli bir kocakarının nesini anıp duruyorsun? Allah sana onun yerine daha hayırlısını verdi, demişti. (Buhârî, Menâkıbü’l-ensâr 20; Müslim, Fezâilü’s-sahâbe 78). Daha hayırlı sözüyle de kendisini kasdetmişti. Hz. Âişe’nin bu sözünü yerinde bulmayan Resûlullah Efendimiz şunları söyledi: - “Hayır, Allah Teâlâ bana ondan daha hayırlısını vermedi. Halk bana inanmazken o inandı. Herkes bana yalancı derken o doğru söylediğimi kabul etti. Kimse bana bir şey vermezken o beni malıyla destekledi ve Cenâb-ı Hak bana ondan çocuklar ihsân etti” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 118). Hz. Hatice aleyhindeki sözleriyle Resûl-i Ekrem Efendimiz’i üzdüğünü gören Hz. Âişe çok pişman oldu: “Seni gönderen Allah’a yemin ederim ki, bundan sonra onu sadece hayırla anacağım”, diye özür diledi. “Çocuklarım ondan oldu” sözüyle Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem, Mâriye’den doğan oğlu İbrahim dışındaki bütün çocuklarını Hz. Hatice’nin dünyaya getirdiğini anlatmak istemiştir. Cihân kadınlarının sultanı Ümmü’l-Haseneyn Hz. Fâtıma’nın annesi, Resûl-i Kibriyâ’nın gönlünde işte böyle bir yere sahipti. (Hz. Hatice hakkında daha fazla bilgi için bk. TDV İslâm Ansiklopedisi, XV, Hatice maddesi) Hadisten Öğrendiklerimiz 1. Bir dostun, sevgilinin ölümüyle herşey sona ermemelidir. Güzel hâtıralar anılmalı, sevgiler gönülde yaşatılmalıdır. 2. Hz. Hatice annemiz Resûlullah’a ve onun getirdiği dine bütün gönlüyle bağlıydı. Her şeyini bu uğurda seve seve harcadı. İşte bu sebeple onu hem Allah hem de Resûlullah sevdi. | |
| | | Sponsored content
| Titulli: Re: Riyâzü’s-Sâlihîn - İmâm Nevevî | |
| |
| | | | Riyâzü’s-Sâlihîn - İmâm Nevevî | |
|
Similar topics | |
|
| Drejtat e ktij Forumit: | Ju nuk mund ti përgjigjeni temave të këtij forumi
| |
| |
| |